10 Nisan 2012 Salı

Beyaz Türklerle Bir Yol Hatırası

Beyaz Türklerle Bir Yol Hatırası
Hakan Demirci, 10 Nisan 2012

“Kaptanınız konuşuyor, İstanbuldaki hava koşulları ve yoğun trafikten ötürü 1 saatlik bir gecikme yaşadık, anlayışınız için teşekkür ederiz”. Anons her zamankinden farklıydı, sözde yolcuları rahatlatmak, ya düşersek korkusunu atlatmak için yaya yaya cadde ağzıyla konuşan sevgili pilotumuz, bu sefer sözlerine böyle başlamıştı. Türkçesi kolay tabi ama kural koymuşlar İngilizcede söylenecek aynı cümle. Bu sefer dolar kurundan maaşlı, abi pilotlar hep hostesleri götürüyorlarmış doğrumu şeklindeki ego zirvelerindeki pilotumuzun zor anları başladı, ne de olsa işin içine yoğun girdi, anlayış girdi eee ıııııı dolu konuşma başladı sonlara doğru anlayış kısmında iyice bir tıkanma yaşadık ama hah tamam lan buldum heyecanı tadındaki/coşkusundaki understanding ile durumu kurtardı. Türklerin en başarılı olduğu kısım Türkçe cümlelerin arasına İngilizce kelime serpiştirerek konuşmak, genelde plaza ve kentli türklerde yaygın bir durumdur bu, ama ilkokul 4ten üniversiteye sonrasında dil kurslarına kadar yabancı dil eğitimi verilsede berbat bir eğitim sistemine sahip olduğumuzdan kimse cümlenin tamamını İngilizce kuramaz. Gördük ki buna Ataköy garsoniyerli milli pilotlarımızda dahil.

Her neyse. Cam kenarına yerleştim. Sonra yanıma diğer yol arkadaşlarım geldi.Her zamanki asosyalliğimle tek kelime konuşmadan elimdeki dergi ile meşgul gibi davranırken içimdeki magazinci ruh etrafı kolaçan ediyorlardı. Şimdi hep birlikte yol arkadaşlarımı tanıyalım:

Şenol: Şenolu bende tanımıyorum. Şöyle ki; uzun saçlı ama saçlar asice lastikimsi bir iple toplanmış. Yaşı 45-50 civarı. Aslen Malatyalı ama kayseride yaşıyor, tam işinide bilmiyorum ama sigortacılık olabilir.Sesi içkiden ve sigaradan kısılmış. Oturur oturmaz Ipad açıldı ve işaret parmağı ile baş parmağının zarif hareketleri ile ekrandaki harita büyültüldü, küçültüldü ve istanbula doğru olan rota pekiştirildi.Bu siteye login olurken gördüm adını.

Iphonelu genç: Görüldüğü üzere benim bu kişilerle tek ortak noktam maximiles’ın bekleme salonundan aşırdığım elma. 25-30 yaşlarında. Şenolla yolculuk boyunca kanka oldu.Tüm yolculuk boyunca kapalı olan Iphone una kavuşma beklentisiyle(muhtemelen yeni bir check in için)telefonunu elinde bin defa çevirmesi gencimizin alameti farikası.Siyah ve kolları özenle kıvrılmış tshirt(üstelik sibel can tadında balık etli olmasına rağmen dar bide), tabiki 5-10 günlük sakal ve abercrombie eşofman altı. Muhtemelen family-finans bir durumu var ve yine muhtemelen arkasında Yeditepe university stickerlı bir audi a3 e biniyor

Doktor:Bunun hikayesi az sonra.

Şimdi gelin Şenolla genç dimağın diyaloglarını irdeleyelim:

-Şenol: ya ben dünyada kaç tane havaalanını gördüm, pragtan kieve böyle rezalet görmedim(rötarı kastediyor)

Alt metin: Muhtemelen hayatı küçük Anadolu kentlerinde geçen sevgili şenol tedaviyi iç anadolunun aykırı insanı olmakta bulmuş. Pragtan kieve kız düşürmek için koştura dursun(ki muhtemelen bayi gezileri vb tadında beleş bir organizasyonla), küçük şehirde yaşama ezikliğini dünyayı geziyorum ben hey heeeey nakaratıyla bastırıyor.Maksimum 500 uçuş mili kazanabileceği güzergahı dünyayı gezmemidir , gezginci bir ruh mudur bilemedim ama kıçının dibindeki kapodokyayı yerel ve ucuz bulduğu için gördüğünden şüpheliyim.

-Iphone cu genç: “abi peki sarıkamışta hiç kaydınmı sen. Bende hep genelde yurtdışını Alpleri falan tercih ediyorum ama sarıkamışın karı için ince kar diyorlar,süper bişeymiş o”

Alt metin: Babasının oto yedek parça satan kobi tadındaki mağazasında(veya benzeri bir işletme, ama tüm maaşların vergiden yırtmak için asgari ücretten gösterildiği) kazandığı paralarla gününü gün ediyor. Burada ince nüktelerle değinilen alp dağlarında kayağa gitme rutini, memleket sınırları içerisinde maalesef halen bir farklılık yaratma aracı. Ne yazık ki gelir koşulları elvermediğinden(veya konsolosluklarda vize almak için retinanın taranması çilesinden) bir çok Türk için yurtdışı gezisi halen hayal. Bu nedenle farklılık yaratmak için “ben yurtdışına gittim, hatta götümün keyfine hemde, kayak yapmaya gittim” mesajı halen ideal bir cümle. Gerçi artık bonusa 15 taksitlerle vs yurtdışı turları maddi olarak nispeten daha ulaşılır oldu. Dolayısıyla bu cümlelerin farklılık yaratma esprisi her an geçebilir. Zaten uçak biletlerininde ulaşılabilir fiyatlara inmesi bu kitlenin elindeki büyük bir kozu almış durumda. Artık bizlerle seyahat etmek durumundalar, ne acı!

Derken inişe geçmeye başladık. Ben elimde dergi zangır zangır sallanan uçakta pür dikkat yandakileri dinlerken bir yandan da sallanmanın getirdiği korkuyu bastırma gayretindeyim. Derken uçak indi. Şenol’un “bak şimdi en az 3 defa sekecek teker” kısmı artık uçak yolculuklarının piri bu işlerin kompetanı olduğuna bir emaremidir bilmiyorum ama sıradışı kişiliği uçak daha durmadan çıkışa yönelmesi ve akabinde hostesin çemkirmesiyle tekrar en efendi tabiriyle paşa paşa yerine oturmasıyla biraz yıpranmış olsa gerek.

Bagajları alırken doktorla tekrar gözgöze geldik. Yolcular arasında doktor varsa kendini kabin ekibine tanıtsın anonsuyla ayağa kalkınca ilk karşılaştık hocamla.Muhtemelen profesör ünvanlı bir doktor. Ayağa kalkınca evet ben doktorum özgüvenini gördüm hocamın gözlerinde. Bagajının hatta arkadaş grubuyla birlikte bagajlarının golf sopalarının konulduğu, üzerine lüks Antalya golf otellerinin etiketlerinin yapıştırıldığı marka çantalar olduğunu görünce özgüvenin nedenini daha iyi anlar oldum.Muhtemeln 15 dk süren muaynesinden istifade edebilmek için diştelli sekreterine diller döküldüğü, hastayı terslediği halde 400 tl muayne ücreti isteyen hocaların nursuzluğu vardı yüzünde dersem benim kıskançlığımmı olur bilmiyorum ama “ne yapıcam yüz nakli müz nakli ya parama bakarım arkadaş ben” tacirliğide okunuyordu hocamın yüzünden. Ailece bu camia ile maalesef haşır neşir olduğumuzdan galiba artık tanıyabiliyorum. Bu vesileyle Antalyadaki, ülkenin ilk yüz naklini gerçekleştiren başta bilim için uğraşan, mesleği için uğraşan, kendisi/hastanesi/ülkesi için çalışan sevgili hocamında ellerinden öpüyorum. Adını hatırlayamadım ama iyi ki sizin gibi insanlarda var bu ülkede.

Diyip bu toplumsal mesajla sözlerime son veriyorum…

Hakan Demirci
10 Nisan 2012

18 Şubat 2012 Cumartesi

FETİH-1453

FETİH-1453
Hakan DEMİRCİ- 17.02.2012
Veee beklenen an geldi. Ülkecek en pahalı, en efektli filmimize kavuştuk. Tabi ki hemen gittim, izledim. Özellikle fragmanlardaki efektler çok basit gözüküyordu birde gerçek halini görmek istedim.

Şunu söylemeliyim ki filmin çekim kalitesi beklediğimden iyi. Sonuçta bu Türkiye’nin en pahalı filmi olsa da bütçesi $17M, oysa Görevimiz Tehlike nin son versiyonun bütçesi $145M. Dolayısıyla holivıt’ın çektiği filmin küsuratı kadar bile bütçesi yok bu filmin ama orasıyla burasını kıyaslamakta zaten saçmalık olur. Gene de iyi sayılır ama zaman zaman gemi sahnelerinde özellikle arka plandaki manzaranın boyama kitaplarından fırlamış gibi durduğu yerlerde var. Eeee, bu paraya bu kadar. Yine de hayali eski İstanbul görüntülerini görmek, acaba hakkaten nasıldı o zamanlar diye düşünmekte enteresan.

Aslında kalabalık salonda film izlemek sevdiğim bir şey değil. Cuma akşamı karda kışta kimse olmaz dedim ama maalesef kalabalıktı. Kendi adıma konuşacak olursam büyük ecdad, vatan, toprak, şanlı ırk gibi konular benim mahalleye pek uğramayan şeyler. Sonuçta ben sarayda tuvalet olmadığı pencereden sıçan, kaplara boşaltan ortaçağ Avrupalısı versus hamamda yıkanan temizlik kültürü olan Osmanlı karşılaştırmasından ziyade 2012de yaşadığımdan olsa gerek şehrin altını örümcek ağı gibi saran metrosu olan Avrupalı versus halk otobüsünde akbil basarak balık istifi evine gitmeye çalışan İstanbullu karşılaştırmasından yanayım. Geçmişten ziyade beni doğrudan etkileyen günümüze bakarım. Ama sinema salonundaki izleyici kitlesi genelde anlı şanlı ecdadını yad etmeye gelen, filmden sonra neredeyse hepsi birer akıncıya dönmüş olan, genelde muhafazakar görünümlü izleyicilerden oluşuyordu.

Derken film başladı. Fakat oyunculuğu yerlerde sürünen sinema bilgim olsa da çok başarılı bulamadım. Zaten padişahla kankası hasan ellerinde kılıç, terden sırıksıklam bir cenk halindeler. İki kanka bir olmuşlar savaşçılık oynuyorlar. Gerçi bahçedeki o su fıskıyesi nasıl çalışıyor anlamadım ama olsun. Fakat bir süre sonra bunlara Cenevizli şövalyede eklenince hangisi padişah, hangisi hasan hangisi şövalye karıştırmaya başladım. Hepsi birbirine benzeyen oyuncular. Oyuncularda da cihangir semt kahvesine takılan zorlama entel, zorlama oyuncu havası var.

Sonra sultan Mehmet babası hakkın rahmetine kavuşunca geliyor Edirne’ye tahta oturuyor. Ama farklı, sıradışı olduğundan zahar( birazda vizyoner türk büyüğü durumları), daha önce deyim yerindeyse ona götlük yapan veziri başvezir yapıyor, flashback yapıp ona sarılmayan babasına inat çocuğu Bayezid’i kucaklıyor(koskoca padişahın evlat sevgisi açılımı) Sonra kafayı takıyor Konstantaniyeyi fethetmeye. Gelsin zamane diplomatik entrikaları, ince hesapları..
Ha birde karısı var bu padişahımızın. İstanbul kuşatması için yapılacak sefere çeyrek kala padişaha nasıl denir, bir moral gecesi düzenliyor. Fakat ben bu tarihi filmlerde şunu da anlayabilmiş değilim, nedir bu dekolte? Muhteşem Yüzyıl olsun bu film olsun izleyende sanır ki bütün Osmanlı kadınlarında memeler fora. İlaç niyetine çatal göstermeyen kadın yok gibi. Geçtim 1453lü yılları, 2012nin İstanbulunda, Fenerbahçe orduevindeki cumhuriyet balolarında bile giyilmeye cesaret edilemeyecek bir haute couture durumları. Bide bu filmler için cafcaflı tarihi kıyafetler dikiliyor ama yeni dikildikleri o kadar belli ki kumaşlar pazenler resmen parlıyor.

Ve geldik İstanbul yakınlarına. Bir denileni iki etmeyen Hasanda padişahının yanında (ki bu ortaokul tarih dersinden hatırladığım kadarıyla Ulubatlı hasan olsa gerek) Tabi ki padişahından hasanına hatta tünel kazan lağımcısına kadar filmde herkesde sıfır yağ oranı, baklava karınlar.Lağımcıbaşı olmasaymış şimdi biskolata reklamında oynayan adam olurdu heps i,o derece gürbüz yağız osmanlı askeri pozları.

Neyse kuşatma başlıyor ama binbir türlü aksilikler, problemler. Vay pis gavurlar gizli öznesiyle Bizans sahneleri, nemrut Bizans krallarıda filmin kreması. Sen Osmanlısın büyük düşün temalı askeri gaza getirmeli hitabetler işe yarıyor, hepimizin bildiği gemiler karadan taşınıyor, surlar yıkılıyor derken şehre giriliyor. Hasan da tutturmuş sancak dikecek, vurdulu kırdılı aşamaları geçiyor tırmanıyor tepeye bizansın sancağı iniyor, sırtında 77 okla Osmanlı sancağını dikiyor tepeye.

Saraydaki bütün kapıkulu askerleri padişahın karısının çatalına kilitlenmiş olsa da allahu ekberler namazlar niyazlar filmde eksik olmuyor(buradan cumhuriyet savcılarına,sözcü gazetesine, burak demirel’e açık davet, bul filmle the cemaat arasındaki menfur bağlar tez zamanda deşifre edile, afişe edile…). Ama Hasanda boş durmuyor, filmin aşk/duygu/ihtiras sahneleri eksiğini tamamlama adına sıfır kol modelli gömleğiyle çıkıyor sahneye, top döken ustanın çileli/acılı çocukluk geçiren, Osmanlı/Bizans Müslüman/Hristiyan arafında kalmış ve tabi ki 270 derece çatal manzaralı kızıyla mercimeği fırına veriyor. Ama türk filmlerinin olmazsa olmazı, şakalaşırken hamile kalan kızcağız modeli bu filmde de var. Gerçi Hasan’ın guslünü alıpta kuşatmaya katıldığını var sayıyoruz, ama sakal uzunluğuyla yarışan koltuk altı kılları içinde savaş şartlarında banyo temizlik vs yapmanın getirdiği zorluklara bağlıyoruz.

Mutlu sona yaklaşıyoruz. Sultan Mehmet İstanbul’a giriyor. Konstantaniye halkı Ayasofyaya toplanmış tirtir titrerken Sultan Mehmet başarılı bir PR çalışması yapıyor ve halka istediğiniz gibi yaşayacaksınız teminatı veriyor. Böylelikle çok değil 20 sn önce papazından ev kadınına tir tir titreyen halk, hemen kendine geliyor, sadece 20 saniyede özgüven patlıyor, yüzlerdeki endişe -artık padişah nasıl bir güven aşıladıysa- nanosaniyeler içinde ferahlıyor, yüzü gülen kitlelere dönüşüyor.Akabinde kendi çocuğunu bile zihnine kazınan bir flashback sayesinde kucaklayan padişah, günümüz politikacılarının güven veren,insan canlısı, içimizden samimi biri rollerine büründüğü, feyz aldığı şekilde alıyor küçük bir Bizans kızını sakalını çekiştirtiyor

Ve filmin bitmesiyle uçak indiğinde de yaşanan bir Türk alışkanlığı başlıyor; alkış! Tiyatro gibi, alkış kıyamet gırla gidiyor. Bunu da atlatıyorum ve sinemadan Türk olduğu için gurur patlaması yapmış ama nedense filmin müziğinden efektine hepsini bir nevi Bizans torunlarının yaptığını gösteren jeneriği farkedememiş seyircilerle salondan ayrılıyorum.