31 Ağustos 2015 Pazartesi

Yaa Kusura Bakma, Çok Ama Çok Meşgulüm…


Yaa Kusura Bakma, Çok Ama Çok Meşgulüm…

Garb diyarlarının, yükselen misakı milli gençliğine, orta yaş krizcilerine feci halde sirayet eden bir hastalığı var, herkes bir meşgul, bir meşgul…

Çılgıncasına zevk alarak çalıştıkları işyerlerinden dönenler, bir yandan kravatlarını gevşetip kilotlu çoraplarını muhteşem bacaklarından (spor, anti selülit krem, portakal kabuğuna son) sıyırıken günün çetelesini tutuyorlar. Çok aranmalılar. Çok meşgul olmalılar.

Bu çok mühim. Herkesin sizi aramasına paralel siz çok meşgul olmalısınız, seramik dersleri almalı, tango yapmalı, 3x lira verip escape oynamalar, fotoğrafçılık, Columbia botlarla doğa yürüyüşleri hepsine saldırmalısınız(hem de hiçbirine sardırmadan). Düzenli spor yapmalı, caz konserlerini kaçırmamalı, galeri ziyaretlerini –sevmesenizde- eksik etmemelisiniz. Neyse ne, bu müreffeh toplulukların kendilerini ‘meşgul” addedebilmeleri için binbir çeşit icatları var işte.

Cuma gecesi, cumartesi sabah 6:45e kadar “angaje” değilseniz bileklerinizi kesip sıcak su dolu küvetinize oturum daha iyi(tabi küvetiniz varsa). Aslında genç profesyonellerimizin bu hayatı sürdürmelerindense giderek kırmızılaşan bir küveti izlemeleri çok daha iyi olmaz mı?

En iyi vakti geçirmek, en çok eğleniyor en en en sosyal olmak artık ciddi bir rekabete dönüşmüş durumda. Sözüm ona eğlenmek için bunca disiplinli, idmanlı bir kendini oradan oraya atma..

Hiçbir şey ihmal edilmiyor. Hiç. Pi, chi, mi tüm moda kitaplar başından dibinden okunuveriyor. Bilmedikleri konu, ahkam kesmeyecekleri mesele de yok.Bu güzel insanların. Onlar bunca çalışıp eğlendikçe mutasyonada uğruyorlar, bakınız en beyaz dişler onlarda . ciltleri, gözleri ışıl ışıl. Ciğerleri berrak mı berrak. Bunlar “babişkolarıyla”, “anişkolarıyla” hep iyi geçinmiş, öğretmenlerini müdürlerini hep iyi idare etmişlerdir. Bunların işe alınmayacağı bir iş görüşmesi fani dünyada vuku bulmamıştır. Herkesi “büyülerler”. Doğru zamanda, doğru lafları, nasıl da samimi, söyleyiverirler. Zamanlamada ustadırlar, pardon pardon herşeyde ustadırlar. Yanlış parfümü seçmezler mesela, kemerleri elbiseye pantolona hep, her daim uyumludur. Bazısı vardır, en mahrem anlarını videoya çekip naneli ciklet reklamı olarak pazarlayabilir.

Politik olarak da “doğru” bir çizgiyi tutturmak arzusundadırlar. Çevrecilerdir mesela. Neden olmasınlar? Rahatlarını bozamazlar. Ama oturdukları yerde niyetlerini belli ederler. Empati yetenekleri iptaldir. Türkiye’nin apayadınlık yüzüdürler. Kimsenin derdi bilmem nerelerinde olmadığı için gaddarlık düzeyleri SS subayı ile aynıdır. Bir ipleri ele geçirseler politik arenada, şişman kırsal retro çizgi politikacıları dahi aratırlar.

Vallahiside billahiside tillahiside ben bunlara umut bağlama aymazlığına düşecek değilim. Acayip korkuyorum da onlardan. Beyaz dişleri kanımı donduruyor. Gözleri benim bildiğim insan gözlerinden değil. Çok parlıyorlar…
Hakan
31.08.2015

26 Şubat 2013 Salı

Milano'da ki Pizzacı


'Milano'ya yolunuz duserse bilmemne restoranindaki bilmemneyli pizzayi muhakkak deneyin' diyen arkadaslariniz var mi sizin? Bisey diycem, benim galiba var. Aslinda bunda bi sorun yok, bende o pizzayi denemek isterim, sorun sadece bu tadlarin bu vizyonun belli bir cografi alanla zihinlerde sinirlandirilmasinda. Bu insanlara Erzurum'un nefis cag kebabinin tadina baktin mi ki Milanoda'da pizzaya gectin diye soramazsiniz ya da Malatya'da kagit kebabinin veya Van'in meshur kahvalticilarinda kahvalti yapip yine Van'in muhtesem misafirperver insanlariyla sohbet ettin mi diye de soramazsiniz. Erzincan'in tulum peynirini kokuyor o pis sey diye yememesini damak tadi farkli diye hosgorursunuz ama Makro'dan Danimarka rokforu alip yemesi arasindaki celiskiyi cozemezsiniz. Zaten ulkede İstanbul-İzmir arasi sinirlidir, Ankara'dan otesi zaten yoktur.Turistik destinasyonda zaten Avrupa'dan ibarettir.Belki bide Maldivler, ofisteki Alara hanimgillerede nispet olsun diye tam feysbuk profil fotografi cektirmelik.Sultanahmetin ve Ayasofya'nin icine bile girmeden,bu yanibasindaki muhtesem Osmanli ve Bizans mimarilerini gormeden 20 euro ya bilet alip en fazla 300 senelik bir Avrupa kilisesini gormeside bir dereceye kadar ama yeryuzundeki ilk hristiyan mabedlerinden birinin Hatay'da oldugunu bilmemesi? Bilse dahi gidip gormeye deger bulmamasina ne demeli? 20 euro da degil, muzekartla ucretsiz. Cunku bunlar doguda!.. Kurtler; su karda yururken kart kurt diye ses cikartanlar degilmiydi onlar. Bide Araplar var, su eliyle pilav yiyenler, ha bide savasta turkleri sirtindan bicaklayanlardi onlar sahi. İran var ama iste seriatci pis yobaz onlar, nerde tahran nerde izmir. Peki o yuzlerce yillik Fars medeniyetini ne yapacagiz? Hintliler var, civili yatakta yatanlar iste. Biraz daha uzakta Cinliler var, su kalabalik millet degilmiydi onlar hani ayda 10 dolara calisan? Peki bu uluslarin dunya medeniyetine, felsefesine katkilari? Japonlar var birde, bak onlar kucuk sevimli insanlardir, televizyon araba falan yaparlar son model. Belki derine inince Baris Manco'nun japonya-turkiye dostluk koprusu cikar ortaya. Cok uzagada gitmeye gerek yok, 20 euro verip kilise gezilir ama yemeklerine kadar ayni olan benzer bir kulturu paylasan Ermeniler,Suryaniler pis gavur olur dakikasinda. En son kildigi namaz, cocukken dedesiyle gittigi bayram namazidir ama yine de bilincaltinda pis gavurdur onlar bilemedin pis yahudi. 'Ah bu dinciler ele gecirdi ulkeyi' kederini en derinden yasayacak kadar ittihat ve terakkicidir ama askere gitmeye gelince magdenin deyisiyle aninda amerikalarda kentucky fried chicken yuniversitilerde master ve doktoraci olurlar.
Simdilik bu kadar...

10 Nisan 2012 Salı

Beyaz Türklerle Bir Yol Hatırası

Beyaz Türklerle Bir Yol Hatırası
Hakan Demirci, 10 Nisan 2012

“Kaptanınız konuşuyor, İstanbuldaki hava koşulları ve yoğun trafikten ötürü 1 saatlik bir gecikme yaşadık, anlayışınız için teşekkür ederiz”. Anons her zamankinden farklıydı, sözde yolcuları rahatlatmak, ya düşersek korkusunu atlatmak için yaya yaya cadde ağzıyla konuşan sevgili pilotumuz, bu sefer sözlerine böyle başlamıştı. Türkçesi kolay tabi ama kural koymuşlar İngilizcede söylenecek aynı cümle. Bu sefer dolar kurundan maaşlı, abi pilotlar hep hostesleri götürüyorlarmış doğrumu şeklindeki ego zirvelerindeki pilotumuzun zor anları başladı, ne de olsa işin içine yoğun girdi, anlayış girdi eee ıııııı dolu konuşma başladı sonlara doğru anlayış kısmında iyice bir tıkanma yaşadık ama hah tamam lan buldum heyecanı tadındaki/coşkusundaki understanding ile durumu kurtardı. Türklerin en başarılı olduğu kısım Türkçe cümlelerin arasına İngilizce kelime serpiştirerek konuşmak, genelde plaza ve kentli türklerde yaygın bir durumdur bu, ama ilkokul 4ten üniversiteye sonrasında dil kurslarına kadar yabancı dil eğitimi verilsede berbat bir eğitim sistemine sahip olduğumuzdan kimse cümlenin tamamını İngilizce kuramaz. Gördük ki buna Ataköy garsoniyerli milli pilotlarımızda dahil.

Her neyse. Cam kenarına yerleştim. Sonra yanıma diğer yol arkadaşlarım geldi.Her zamanki asosyalliğimle tek kelime konuşmadan elimdeki dergi ile meşgul gibi davranırken içimdeki magazinci ruh etrafı kolaçan ediyorlardı. Şimdi hep birlikte yol arkadaşlarımı tanıyalım:

Şenol: Şenolu bende tanımıyorum. Şöyle ki; uzun saçlı ama saçlar asice lastikimsi bir iple toplanmış. Yaşı 45-50 civarı. Aslen Malatyalı ama kayseride yaşıyor, tam işinide bilmiyorum ama sigortacılık olabilir.Sesi içkiden ve sigaradan kısılmış. Oturur oturmaz Ipad açıldı ve işaret parmağı ile baş parmağının zarif hareketleri ile ekrandaki harita büyültüldü, küçültüldü ve istanbula doğru olan rota pekiştirildi.Bu siteye login olurken gördüm adını.

Iphonelu genç: Görüldüğü üzere benim bu kişilerle tek ortak noktam maximiles’ın bekleme salonundan aşırdığım elma. 25-30 yaşlarında. Şenolla yolculuk boyunca kanka oldu.Tüm yolculuk boyunca kapalı olan Iphone una kavuşma beklentisiyle(muhtemelen yeni bir check in için)telefonunu elinde bin defa çevirmesi gencimizin alameti farikası.Siyah ve kolları özenle kıvrılmış tshirt(üstelik sibel can tadında balık etli olmasına rağmen dar bide), tabiki 5-10 günlük sakal ve abercrombie eşofman altı. Muhtemelen family-finans bir durumu var ve yine muhtemelen arkasında Yeditepe university stickerlı bir audi a3 e biniyor

Doktor:Bunun hikayesi az sonra.

Şimdi gelin Şenolla genç dimağın diyaloglarını irdeleyelim:

-Şenol: ya ben dünyada kaç tane havaalanını gördüm, pragtan kieve böyle rezalet görmedim(rötarı kastediyor)

Alt metin: Muhtemelen hayatı küçük Anadolu kentlerinde geçen sevgili şenol tedaviyi iç anadolunun aykırı insanı olmakta bulmuş. Pragtan kieve kız düşürmek için koştura dursun(ki muhtemelen bayi gezileri vb tadında beleş bir organizasyonla), küçük şehirde yaşama ezikliğini dünyayı geziyorum ben hey heeeey nakaratıyla bastırıyor.Maksimum 500 uçuş mili kazanabileceği güzergahı dünyayı gezmemidir , gezginci bir ruh mudur bilemedim ama kıçının dibindeki kapodokyayı yerel ve ucuz bulduğu için gördüğünden şüpheliyim.

-Iphone cu genç: “abi peki sarıkamışta hiç kaydınmı sen. Bende hep genelde yurtdışını Alpleri falan tercih ediyorum ama sarıkamışın karı için ince kar diyorlar,süper bişeymiş o”

Alt metin: Babasının oto yedek parça satan kobi tadındaki mağazasında(veya benzeri bir işletme, ama tüm maaşların vergiden yırtmak için asgari ücretten gösterildiği) kazandığı paralarla gününü gün ediyor. Burada ince nüktelerle değinilen alp dağlarında kayağa gitme rutini, memleket sınırları içerisinde maalesef halen bir farklılık yaratma aracı. Ne yazık ki gelir koşulları elvermediğinden(veya konsolosluklarda vize almak için retinanın taranması çilesinden) bir çok Türk için yurtdışı gezisi halen hayal. Bu nedenle farklılık yaratmak için “ben yurtdışına gittim, hatta götümün keyfine hemde, kayak yapmaya gittim” mesajı halen ideal bir cümle. Gerçi artık bonusa 15 taksitlerle vs yurtdışı turları maddi olarak nispeten daha ulaşılır oldu. Dolayısıyla bu cümlelerin farklılık yaratma esprisi her an geçebilir. Zaten uçak biletlerininde ulaşılabilir fiyatlara inmesi bu kitlenin elindeki büyük bir kozu almış durumda. Artık bizlerle seyahat etmek durumundalar, ne acı!

Derken inişe geçmeye başladık. Ben elimde dergi zangır zangır sallanan uçakta pür dikkat yandakileri dinlerken bir yandan da sallanmanın getirdiği korkuyu bastırma gayretindeyim. Derken uçak indi. Şenol’un “bak şimdi en az 3 defa sekecek teker” kısmı artık uçak yolculuklarının piri bu işlerin kompetanı olduğuna bir emaremidir bilmiyorum ama sıradışı kişiliği uçak daha durmadan çıkışa yönelmesi ve akabinde hostesin çemkirmesiyle tekrar en efendi tabiriyle paşa paşa yerine oturmasıyla biraz yıpranmış olsa gerek.

Bagajları alırken doktorla tekrar gözgöze geldik. Yolcular arasında doktor varsa kendini kabin ekibine tanıtsın anonsuyla ayağa kalkınca ilk karşılaştık hocamla.Muhtemelen profesör ünvanlı bir doktor. Ayağa kalkınca evet ben doktorum özgüvenini gördüm hocamın gözlerinde. Bagajının hatta arkadaş grubuyla birlikte bagajlarının golf sopalarının konulduğu, üzerine lüks Antalya golf otellerinin etiketlerinin yapıştırıldığı marka çantalar olduğunu görünce özgüvenin nedenini daha iyi anlar oldum.Muhtemeln 15 dk süren muaynesinden istifade edebilmek için diştelli sekreterine diller döküldüğü, hastayı terslediği halde 400 tl muayne ücreti isteyen hocaların nursuzluğu vardı yüzünde dersem benim kıskançlığımmı olur bilmiyorum ama “ne yapıcam yüz nakli müz nakli ya parama bakarım arkadaş ben” tacirliğide okunuyordu hocamın yüzünden. Ailece bu camia ile maalesef haşır neşir olduğumuzdan galiba artık tanıyabiliyorum. Bu vesileyle Antalyadaki, ülkenin ilk yüz naklini gerçekleştiren başta bilim için uğraşan, mesleği için uğraşan, kendisi/hastanesi/ülkesi için çalışan sevgili hocamında ellerinden öpüyorum. Adını hatırlayamadım ama iyi ki sizin gibi insanlarda var bu ülkede.

Diyip bu toplumsal mesajla sözlerime son veriyorum…

Hakan Demirci
10 Nisan 2012

18 Şubat 2012 Cumartesi

FETİH-1453

FETİH-1453
Hakan DEMİRCİ- 17.02.2012
Veee beklenen an geldi. Ülkecek en pahalı, en efektli filmimize kavuştuk. Tabi ki hemen gittim, izledim. Özellikle fragmanlardaki efektler çok basit gözüküyordu birde gerçek halini görmek istedim.

Şunu söylemeliyim ki filmin çekim kalitesi beklediğimden iyi. Sonuçta bu Türkiye’nin en pahalı filmi olsa da bütçesi $17M, oysa Görevimiz Tehlike nin son versiyonun bütçesi $145M. Dolayısıyla holivıt’ın çektiği filmin küsuratı kadar bile bütçesi yok bu filmin ama orasıyla burasını kıyaslamakta zaten saçmalık olur. Gene de iyi sayılır ama zaman zaman gemi sahnelerinde özellikle arka plandaki manzaranın boyama kitaplarından fırlamış gibi durduğu yerlerde var. Eeee, bu paraya bu kadar. Yine de hayali eski İstanbul görüntülerini görmek, acaba hakkaten nasıldı o zamanlar diye düşünmekte enteresan.

Aslında kalabalık salonda film izlemek sevdiğim bir şey değil. Cuma akşamı karda kışta kimse olmaz dedim ama maalesef kalabalıktı. Kendi adıma konuşacak olursam büyük ecdad, vatan, toprak, şanlı ırk gibi konular benim mahalleye pek uğramayan şeyler. Sonuçta ben sarayda tuvalet olmadığı pencereden sıçan, kaplara boşaltan ortaçağ Avrupalısı versus hamamda yıkanan temizlik kültürü olan Osmanlı karşılaştırmasından ziyade 2012de yaşadığımdan olsa gerek şehrin altını örümcek ağı gibi saran metrosu olan Avrupalı versus halk otobüsünde akbil basarak balık istifi evine gitmeye çalışan İstanbullu karşılaştırmasından yanayım. Geçmişten ziyade beni doğrudan etkileyen günümüze bakarım. Ama sinema salonundaki izleyici kitlesi genelde anlı şanlı ecdadını yad etmeye gelen, filmden sonra neredeyse hepsi birer akıncıya dönmüş olan, genelde muhafazakar görünümlü izleyicilerden oluşuyordu.

Derken film başladı. Fakat oyunculuğu yerlerde sürünen sinema bilgim olsa da çok başarılı bulamadım. Zaten padişahla kankası hasan ellerinde kılıç, terden sırıksıklam bir cenk halindeler. İki kanka bir olmuşlar savaşçılık oynuyorlar. Gerçi bahçedeki o su fıskıyesi nasıl çalışıyor anlamadım ama olsun. Fakat bir süre sonra bunlara Cenevizli şövalyede eklenince hangisi padişah, hangisi hasan hangisi şövalye karıştırmaya başladım. Hepsi birbirine benzeyen oyuncular. Oyuncularda da cihangir semt kahvesine takılan zorlama entel, zorlama oyuncu havası var.

Sonra sultan Mehmet babası hakkın rahmetine kavuşunca geliyor Edirne’ye tahta oturuyor. Ama farklı, sıradışı olduğundan zahar( birazda vizyoner türk büyüğü durumları), daha önce deyim yerindeyse ona götlük yapan veziri başvezir yapıyor, flashback yapıp ona sarılmayan babasına inat çocuğu Bayezid’i kucaklıyor(koskoca padişahın evlat sevgisi açılımı) Sonra kafayı takıyor Konstantaniyeyi fethetmeye. Gelsin zamane diplomatik entrikaları, ince hesapları..
Ha birde karısı var bu padişahımızın. İstanbul kuşatması için yapılacak sefere çeyrek kala padişaha nasıl denir, bir moral gecesi düzenliyor. Fakat ben bu tarihi filmlerde şunu da anlayabilmiş değilim, nedir bu dekolte? Muhteşem Yüzyıl olsun bu film olsun izleyende sanır ki bütün Osmanlı kadınlarında memeler fora. İlaç niyetine çatal göstermeyen kadın yok gibi. Geçtim 1453lü yılları, 2012nin İstanbulunda, Fenerbahçe orduevindeki cumhuriyet balolarında bile giyilmeye cesaret edilemeyecek bir haute couture durumları. Bide bu filmler için cafcaflı tarihi kıyafetler dikiliyor ama yeni dikildikleri o kadar belli ki kumaşlar pazenler resmen parlıyor.

Ve geldik İstanbul yakınlarına. Bir denileni iki etmeyen Hasanda padişahının yanında (ki bu ortaokul tarih dersinden hatırladığım kadarıyla Ulubatlı hasan olsa gerek) Tabi ki padişahından hasanına hatta tünel kazan lağımcısına kadar filmde herkesde sıfır yağ oranı, baklava karınlar.Lağımcıbaşı olmasaymış şimdi biskolata reklamında oynayan adam olurdu heps i,o derece gürbüz yağız osmanlı askeri pozları.

Neyse kuşatma başlıyor ama binbir türlü aksilikler, problemler. Vay pis gavurlar gizli öznesiyle Bizans sahneleri, nemrut Bizans krallarıda filmin kreması. Sen Osmanlısın büyük düşün temalı askeri gaza getirmeli hitabetler işe yarıyor, hepimizin bildiği gemiler karadan taşınıyor, surlar yıkılıyor derken şehre giriliyor. Hasan da tutturmuş sancak dikecek, vurdulu kırdılı aşamaları geçiyor tırmanıyor tepeye bizansın sancağı iniyor, sırtında 77 okla Osmanlı sancağını dikiyor tepeye.

Saraydaki bütün kapıkulu askerleri padişahın karısının çatalına kilitlenmiş olsa da allahu ekberler namazlar niyazlar filmde eksik olmuyor(buradan cumhuriyet savcılarına,sözcü gazetesine, burak demirel’e açık davet, bul filmle the cemaat arasındaki menfur bağlar tez zamanda deşifre edile, afişe edile…). Ama Hasanda boş durmuyor, filmin aşk/duygu/ihtiras sahneleri eksiğini tamamlama adına sıfır kol modelli gömleğiyle çıkıyor sahneye, top döken ustanın çileli/acılı çocukluk geçiren, Osmanlı/Bizans Müslüman/Hristiyan arafında kalmış ve tabi ki 270 derece çatal manzaralı kızıyla mercimeği fırına veriyor. Ama türk filmlerinin olmazsa olmazı, şakalaşırken hamile kalan kızcağız modeli bu filmde de var. Gerçi Hasan’ın guslünü alıpta kuşatmaya katıldığını var sayıyoruz, ama sakal uzunluğuyla yarışan koltuk altı kılları içinde savaş şartlarında banyo temizlik vs yapmanın getirdiği zorluklara bağlıyoruz.

Mutlu sona yaklaşıyoruz. Sultan Mehmet İstanbul’a giriyor. Konstantaniye halkı Ayasofyaya toplanmış tirtir titrerken Sultan Mehmet başarılı bir PR çalışması yapıyor ve halka istediğiniz gibi yaşayacaksınız teminatı veriyor. Böylelikle çok değil 20 sn önce papazından ev kadınına tir tir titreyen halk, hemen kendine geliyor, sadece 20 saniyede özgüven patlıyor, yüzlerdeki endişe -artık padişah nasıl bir güven aşıladıysa- nanosaniyeler içinde ferahlıyor, yüzü gülen kitlelere dönüşüyor.Akabinde kendi çocuğunu bile zihnine kazınan bir flashback sayesinde kucaklayan padişah, günümüz politikacılarının güven veren,insan canlısı, içimizden samimi biri rollerine büründüğü, feyz aldığı şekilde alıyor küçük bir Bizans kızını sakalını çekiştirtiyor

Ve filmin bitmesiyle uçak indiğinde de yaşanan bir Türk alışkanlığı başlıyor; alkış! Tiyatro gibi, alkış kıyamet gırla gidiyor. Bunu da atlatıyorum ve sinemadan Türk olduğu için gurur patlaması yapmış ama nedense filmin müziğinden efektine hepsini bir nevi Bizans torunlarının yaptığını gösteren jeneriği farkedememiş seyircilerle salondan ayrılıyorum.

11 Aralık 2011 Pazar

Strapless tuvaletler, müstakil evler, iğfal edilen kızlar

Sanırsam Amerika’dan yayılan bir kötülük: Yurdumuz Kızları straples tuvalet ve elbise ve tişört ve bikini üstü giymekten helak olmuş durumda –lar.
Çok yorucu bir tercih; zira askısı olmadığı için iki adet ve hatta bir adet, sürekli meme uçlarına doğru düşüyor o meret straples ve de perişan oluyor kızlarımız, göstermemek için.
Ama o kadar “göstermeme” taraftarı da değiller. Zira memeleri (hani şöyle tepside bir çift kavun sunar gibin) “göstermek” üzre yapılmış bir icat söz konusu. “Gösterelim gösterelim de; ucuna kadar vardırmayalım,” havasındalar.
Bu yüzden de hani Aylin Livaneli’nin efsanevi şarkısı “Eskidendi eskiden/ Su içerdik testiden” için yaptığı efsanevi klibindeki mini jarse (yukarılara ısrarla tırmanan) eteğini çekiştirmesi/ zapturapt altına alabilmek için bitmeyen mücadelesi misali–
Şimdilerde işte, straples (illa billa) giyip onunla çekiştirme didişmesi Mücadelesever Kızlarımız arasında büyük yaygınlık kazandı. Hele bi nişan/ düğün/ mezuniyet/ sünnet mi var; straples şart! Oldular. Çekiştirmelere doyamıyorlar.
Ne iri memelilere, ne ufak; milyonda bir kadına ancak yakışan bu “Straples giyerim/ Kemalizm benim kaderim” modasının bir an önce sona erip cümlesinin rahatının/ akıl sağlığının ve şerefinin kurtulması temennimle, BU konuyu kapatıyorum.
Neden açtığımı da TAM bilmiyorum. Ama kadınların gece giydiği uzun elbiselere de, wecelere de aynı adın vermesi (TUVALET) ilginç değil mi? Açıklamayı da ancak; (sözel yöntemlerle) kadın pataklamaya doyamayan Medyum Memiş’le Huysuz Virjin’in hakikî bir karışımı olarak tezahür eden Barbaros Şansal yapabilir –bence. Ondan bekliyor –uz.
Esasında (bu girişten tam anlaşılmıyor olsa da) mevzumuz (beni benden alıp: insanlığa armağan eden) Türk Dizileri. Beni çok ırgalayan bir mesele dizilerdeki hemen herkesin müstakil evlerde oturması. Yoksullar yoksulu İffet de, onun sevgilisi Cemil de, Bir Çocuk Sevdim’deki Mine’yle teyzesi de. Al Yazmalım’daki herrr birey de, Kuzey’le Güney de, Cemre’yle annesi de, Fatmagül ve şürekâsı da herkes her zaman: ne kadar düşseler, sürünseler, mahfı perişan olsalar MUTLAKA AMA mutlaka müstakil evlerde oturuyorlar. Zaten tümm dizilerdeki Zenginler paso müstakil konaklarda, yalılarda, malikânelerde oturmaktalar da–Ultra-realist dizi Adını Feriha Koydum’un bireyleri dışında, bir Allah’ın kulunun sitelerde/ apartmanlarda/ sosyal konutlarda/ TOKİ’lerde filan oturmamasına ne demeli?
Sanırım Türkler’de “müstakiliyet” kavramının gelişmemesinin en önemli nedenlerinden biri olan hemen herkesin dip dibe –kıç kıça –iç içe yaşaması haline; bir isyan/ bir karşı koyuş/ bir yadsıma hali dizi ahalisinin mutlaka “müstakil” evlerde ve fakat herkes birbirini dinleyerek/ gözetleyerek/ kulak hırsızı olarak yaşaması hali. Diyelim Steve Jobs üniversiteyi bıraktığında ana-baba evinin garajı ona sunulmasaydı, belki de Naçar Türk Gençleri gibi kala kalacaktı.Amerika ve Avrupa’daki müstakil evlerin hakikaten müstakil olmasının –bitişik nizamdan ziyade– ve özellikle Amerika’da tam bir bağımsızlık alanına dönüştürülebilen garajların varlığının, bu ülkelerdeki “rock” geleneğinin ortaya çıkmasında çok büyük katkı maddesi olduğunu düşünüyorum.
Bir de Al Yazmalım’dan İffet’e, Bir Çocuk Sevdim’den “Bilmemne”ye bütün dizilerde bir “iğfal edilen kız”, kahırlardan kahır beğenen baba, eziyetçi aile –bu demode klişeden vazgeçsek diyorum. İçimiz kıyım kıyım kıyılıyor. Kendimize gelemiyoruz sonra. Oysa hiper realist dizi Feriha’da böyle acayip olaylar yaşamadık mesela. Emir’le Feriha’nın ilişkisi her daim “seviyeli” ve “çekişmeli” kaldı. Harbiden o dizinin sırrı o: o denli kötü ki, şahane bir dizi! (Eski Brezilya dizileri gibi.) Başarısının sırrı çok acayip bir dengede (dengesizlikte) yatıyor: Hem tam bir “peri masalı” (Uyuyan Güzel /Pamuk Prenses/ Sindrella ayarında!) hem de başka dizilerde olmayan gerçekçi ögelerle bezeli: Kapıcı babanın dindarlığı, sınıf farkının aşılmazlığı, yalancılığın bataklığı gibi mevzularda müthiş bir samimilik de barındırıyor. Hakiki hayatta imkânsız bir şeyi (Gazinocular Kralı’nın oğlu kapıcının kızına âşık!) bize OLSUN! NOLUR OLSUN! diye istettiriyor. Dilettiriyor. Bu açıdan eski Türk filmlerinin ruhuna/ formatına da bizi aynen ışınlıyor.
....
....

13 Kasım 2011 Pazar

O Ses Türkiye jürisi

Kutumda kırmızı hissdiyorumdan sonra bize son hediye olan o ses türkiye yarışmasında jürisinde eblek bakışları nedeniyle tartışmasız en malı Mustafa Sandal.Hülya Avşar hala en güzel kadını menim misak-ı millinin havasında hep bilge, bilgili hep yolgösteren. Ama kendisi bu yarışmaya katılsaydı ne olurdu acaba? Kendi yeteneksizliğine rağmen bir insanın "iddialıyım ben bu alanda" demesi büyük cesaret örneği aslında.Ve yine yarışmanın en kılı şüphesiz Murat bilmemne. Yakışıklıyım ben hasta olum kızlar bana modunu hiç bozmuyor ama patlak gözleri, her daim karbonatlı dişleri ile skalada Mustafa Sandal bile bence kendisinden daha önde. Ve Hadise. Olmazsa olmaz frikikleri, kırık gurbetçi aksanıyla yine de Hülya Avşar'dan daha sempatik.Sahi Hülya Avşar artık baygınlık vermiyormu kızını gözümüzün önünde doğurdu bezledi, gözümüzün önünde boynuzlanda sonra saran'landı.Bi huzur ver be kadın diyesi geliyor insanın.

9 Eylül 2010 Perşembe

Sizin bayram kutlama biçiminiz hangisi?

Bugün bayram. Bu bayram da her bayramda olduğu gibi iki bayramlaşma cümleciği üzerinde Türkler yine sessiz, derin ve çocukça bir savaş verecek. İşte bayramlaşma için kurduğumuz cümleler, ontolojik mesajlar:


Ramazan Bayramınız mübarek olsun: Otuz gün oruç tuttum, susuzluktan anam ağladı, bu bayramı ben hak ettim, ya edebinizle bayramlaşın ya da susun diyenler. Geleneksel Müslüman


Ramazan Bayramınız kutlu olsun: Bayramı oruç tutmayanlar da kutlasın, kalpleri yumuşasıncılar. Ilımlı İslam


Şeker Bayramınız kutlu olsun: Din de bizim, Atatürk de bizim, bayram da bizimciler. Laik


Bayramınız kutlu olsun: Hangi bayramdı diye karıştırma riskine karşı anonim bir ifade bulanlar. Agnostik, özgürlükçü sosyalist


İyi tatiiller: Turist, Erasmus öğrencisi


Hayır’lı Bayramlar: Referandum esperili, yaratıcı bayram mesajları. Bu bayrama özel. CHP’li, MHP’li

Dr. Sivilay Genç

23 Aralık 2009 Çarşamba

Dizi filmlerdeki gariplikler…

Dizi filmlerdeki gariplikler…
Hakan Demirci
23.12.2009

“Ben mütemadiyen belgesel kanalları izliyorum” şeklinde bir gerekçem yok -ki arada izliyordumda aslında- ama televizyonlardaki dizi furyasından fena halde muzdarip durumdayım. Dolayısıyla detaylı olarak ne yaprakların dökülmesinden haberim var ne de hanımların çiftliğinde olup bitenlerden. Özellikle kaçındığım bir olay değil çünkü izlerken inanılmaz sıkılıyorum, zira alternatifi olarak yine televizyon izliyorum,hatta biri bizi gözetliyordan kaynana Semra hanıma kadar geniş bir izleme profilim var.

Fakat sürekli takip etmesemde neler olup bittiğini gayet iyi biliyorum. Mesela istisnasız her dizi filmde bir yoğun bakım sahnesi neden vardır anlamış değilim. İllaki kahramanımız artık hastalıkmı musallat olmuştur yoksa o adrenalin dolu yaşamında kör kurşunmu isabet etmiştir bir tarafına bilinmez, diğer tüm türk dizi kahramanları gibi bir yoğun bakımdan geçiyor. Göğsüne takılmış kablolar, cihazlar, etrafında endişeli gözlerle bakanlar. Ama çok şükür ki çok azı ölüyor, birçoğu sanki bir gün öncesine kadar yoğun bakımda azap çektiğini unutmuşçasına turp gibi dönüyor hayata.

Ve o suratlardaki kızgın bakışlar. Bu dizilerde neden herkes pis ve nemrut bakışlar atmak zorundadır, neden hepsi istisnasız sinirlidir, neden hepsi saniyede öfkeli bir deli nemruta dönmektedir? En çekemediğim özelliğide geçtiğimiz günlerde gazetede okumuştum, türk dizisi kahramanımız her daim sinirlidir ama artık bu sinir tavan yaptığında tıpkı batı sinemasındakı sinirli adam formatında olduğu gibi evdeki vazoyu alır duvara atar,evi birbirine katar.Doğu toplumlarında sinirlenince karşında bir insan olduğunda tamam kafa göz dalarsında böyle vazolara objelere saldırmak varmıdır ki bu toprakların kültüründe? Bir çay bardağını alırken bile insanlar kılı kırk yararken kolaymı öyle bi anlık sinirle masaları vazoları filan kırmak.Hadi Amerikalı sinirli kahraman varsın kırsın, o tüketim toplumunun sinirlisi, gider Amerikadaki ikealardan peşin parayla bastırır yues dolarını alır bi tane, ama bu memlekette biliyormusun kaç evde hala genç kızlık zamanından, çeyizlerden kalma masa ve sehpalar kullanılmaktadır.Sende git bunu kır, yapma ya!

Ve kötü kadınlar; suratlarda o pis fettan bakış, uzaklara dalıp pis pis bıyık altı gülmeler. Her dizide en az bir kadro bu kadınlara ayrılmış durumda.

Tabiî ki birde Türk sinemasının olmazsa olmazı sevişme sahneleri mevzusu var. Türk sineması salonlara seyirci doldurmak,dizilerde izlenme oranlarını yükseltmek için “ama hayatın içinde var bu” bahanesiyle illa bir iki tane, hemde ses efektli sevişme sahnesini katıveriyorlar filme. Hatta o kadarki dizi kahramanlarımız artık mütemadiyen sevişiyor, kah bahçede, kah evde artık senaristin fantezi dünyası ne kadarını zorluyorsa. Hatta kah amcasının karısıyla, kah kocasının arkadaşıyla. Artık ensest olur,kanka olur, arkadaş olur fark etmiyor.

Televizyon eleştirmenlerinide takip etmeye çalışırım.Okuduğum bir yazıda bahsedildiği üzere, Mardin’de geçen bir dizi filmde dahi çocuklar oyuncak ayılarına sarılıp uyuyorlarmış. Evden ayrılırkende mutlaka o oyuncak ayıların patisinden kulağından sürüklüyorlar.Mardinde! Şimdi bu oyuncak ayısının patisinden tutmuş yerde sürükleyerek küs adımlarla yürüyen çocuk kavramı tamamen batıdan ithal, amaç belli; zavallı yavrucak hissiyatıyla yürekleri titretmek.Zaten bu ithal kavram, oyuncak ayısız uyuyamayan çocuk modelide geliştirmiştir ki bu kültürü çocuklara ve ebeveynlere empoze etme buhranı, Türkiye’nin modernite yolculuğuna özentilikten başka hiçbir şey katmamaktadır.


Tabiî ki diziler aslında insanlara hayal satıyor. Mesela dizilerdeki insanların oturduğu evler artık konuda öyle gerektirdiği için ya çok berbat, böyle öyle fakiriz öyle zor durumdayızı gözümüze sokmak istercesine kötü ama ekseriyeti ya 10+ odalı havuzlu(üstelik bu evlerin havuzlarının sürekli ışığı yanar) bir villa ya da boğaza sıfır yalı. Yani ya çok fakirler ya da çok zenginler. Ama genelde çok zenginler ve bizlerde kendi dört duvarımızda bizden bu çok uzak hayata gıpta edip izlenme oranlarına tavan yaptırıyoruz.

Velhasıl artık bu dizi furyası ortadoğuya dahi sıçradığından bölgesel olarak bir kurtuluşa ihtiyacımız var. Yerini ne alır bilemiyorum ama acilen bir dizi film rönesansına ihtiyacımız var. Örneğin ne zaman bu ülkede lost ya da prison break(1.sezon) ayarında bir senaryo yazılıp film haline getirilecek? Örneğin Losttaki son 2 dakikada heyacan tavan yaparken ve bir sonraki bölümde sırlar ortaya çıkarmı acaba diye düşünürken ne zaman türk dizilerinin en büyük final merakı acaba bir dahaki sefere kış bahçesi yerine nerde sevişecekler sorusunun bir adım önüne geçebilecek? Bekleyip göreceğiz.

Hakan Demirci
23.12.2009

1 Kasım 2009 Pazar

Jet Sosyete İle Defilede


Jet Sosyete ile Defilede
Hakan Demirci
01.11.2009

Herşey Bar Rafaeli’nin Fashionable İstanbul defilesine geleceğini duymamla başladı.Büyük tesadüfler sonrası davetiyeyi de ayarlamamla birlikte Murat’a haber verdim.Üsküdar’da buluşup Kabataş’a geçtik.Dolmabahçe saray meydanına yürürken caminin yanındaki tükürük köftecilerinden hemen sonra bambaşka bir dünya başlıyordu.

Kırmızı halıyı görmemizle ilk şoku yaşadık. Murat’ın üzerindeki Benetton tshirtü İtalyan tekstil devi diye yutturabilirdik ama benim üzerimde kot ve gömlek kısmını nasıl halledecektik. Kırmızı halı, gazeteciler, kalabalık derken Murat danışma masasına gidip kıyafet zorunluluğu var mı diye sordu, görevli kız böyle bir kısıtlama olmadığını söyledi.Kaydımızı yaptırdıktan sonra ortamda haylisırıtan kıyafetlerimizle kırmızı halının başında yürümeye başladık. Gazetecilerin bakışları arasında geçtik ve kalabalığa karıştık.

Hemen kendimize kuytu bir yer bulduk. Ortam o kadar sosyetik ki kurulan standlarda buna göre; Ritz Carlton otelinin standı, yeni Mercedesin standı vb. Bir kuytuda diğer davetlileri izlemeye başladık.Hemen önümüzdeki masada kalçalarının bittiği yerde etek boylarıda son bulan iki tane hanım kızımız şu gazetecinin ortaköyde yeri olan meczup arkadaşıyla muhabbet ediyordu. Demek adları çıksın, fiyatları artsın diye 70 yaşındaki dedeleri yaşındaki adamla dahi gözükmekten çekinmiyorlardı. Gerçi meczupun gazeteci arkadaşıda torunu yaşında sevgili edinmekten (kendi deyişiyle sweethearthı, en son adı $20.000lık fuhuşa karışmıştı) çekinmiyordu.Bu arada meczupta tam bir hilkat garibesi gibi dolaşıyordu. Acaba aklından ne geçiyordu,” yaşım olmuş 70 artık modern tıp bile her derdime çare üretmek uzak, bari garip garip dolanayım şu kan kırmızısı çorapları giyeyim, şu baskılı teenage tshirtümüde üstüme geçireyim gene bi farklı gözükeyim”. Ne diyeyim, dikkat çekmeyi başarmıştı.

Bu arada boynumdan asılı çanta büyük utanç malzeme oluverdi bir anda, hadi jet sosyetenin geldiği bir defileye günlük kıyafetlerle gelmişim ama şu çanta olayı bari olmasaydı. Gerçi benimde LCWaikiki boyutunda bir moda anlayışım var ama gecenin konseptiyle pek uyuşmuyordu zannımca. Hırkayı üste giyerek çanta meselesini kısmende olsa çözdüm.

Biz etrafa bakarken önümüzden havyarlar ve diğer atıştırmalıklar geçiyordu. Ortam o kadar sosyetiktiki su istediğim görevlinin ismi dagi Ögeday’dı, şu Bebek,Arnavutköy civarı apartmanların kapı zillerinde yazan isimler vardı hep yaka kartlarında, varın gerisini hesap edin.

Gösteri başlayacağı için denizin üzerinde kurulu alana doğru yürümeye başladık. Büyük bir kalabalığın ortasındaydık. Ama o kadar versace,gucci takımlının arasında göze batmamak için küçücük davetiyeyi elimde tutarak bakın bende davetliyim bende sizden biriyim mesajını bilinç altlarına işlerken arkamda sigarısını şu çubukla içen kadın tiplerinin asil ve vakur bir temsilcisi yanındaki diğer davetliye bu organizasyon sayesinde güzel elbiseler ve güzel kadınlar görmekten nasıl sevinçli olduğunu anlatıyordu. Artık güzel kadını ne yapacaksa.. Hemen önümüzde dudakları artık şişire şişire DonaldDuck’a dönmüş bir kadın ucube vardı. Allah bilir ne paralar dökülmüştü o dudaklara .

İçeri girdik, gösteri başladı. Ayağına pranga takılmış gibi yürüyen mankenler podyumda yer almaya başladı. Tamamı istisnasız sıfır beden. Muhtemelen hepside Slav kökenli. Onlar yürürken Merih’in “Rabbim bir dalga yaratıp çekivermesin o cıbılları denize” sözü geldi aklıma. En önde oturan Mehmet Ali Birand’ın gözleri, hemen yanındaki eşinin nispeten dışarıda da giyilebilir kıyafetlere verdiği olumlu tepki sayesinde, kızların bacaklarından yüzüne doğru kayıyordu. Meczupta en önde oturmuştu.

İlk gösteri bitti. Bir çok Cemil İpekçi türevi insan kalabalığının arasından geçerek tekrar dışarıdaki alana geçtik. Bari geldik şurda bişey yiyelim içelim diye boş bir masaya ellerim uzandı ama ikramlık olarak soya fasülyesi,chery domates ve kurutulmamış badem vardı. Organik Pazar yeri gibi. Bari bademi kurtaralım diye avuçladım. Yan tarafta Dolmabahçe çay bahçesinin kulübesindeki çalışanlarda ortamı uzaktan kesiyorlardı.Bu bakışlar altında masaya yine iç çamaşır boyutundaki etekleriyle 3 tane zengin kızı geldi. Hemen karşılarına balina kıçına dar deri pantolon geçirmiş başka bir kadın geldi. Kızlarla tanışıyordu muhtemelen,bir süre sonra kızlar fotoğrafını çekmeye başladılar. Üzerindeki montu omuzlarına düşürdü, kafayı hafifçe yana düşürüp dudaklarını büzüp seksi mi seksi oldu! Dudakları büzüp şımarık kız modellerine bürünme kısmı konulu ucuz porno filmlerinde dahi geride kalmış bir şekil model olurken demek İstanbul’un jet sosyetesinde hala geçerli bir davranıştı.

Ben Bar Rafaeli’yi görmek için ikinci gösteriyi beklemek istiyordum ama Murat’ı daha fazla zaptedemediğimden erken ayrılmak zorunda kaldım. Ve İstanbul’un jet sosyeteli defile macerası Üsküdar’da bir kokoreççide son buldu.

Hakan Demirci
01.11.2009
***Davetiye sponsoru Viki'ye ve Hilal'e teşekkürlerimle..***

14 Eylül 2009 Pazartesi

Babaannem supangle yaptı..

Babaannem supangle yaptı..

Günlük hayatta kullanılan, benimde mecburen zaman zaman kullandığım içi boş cümleler vardır. Mesela maillerin başındaki merhaba. Adamla karşılıklı oturuyorsun ama mailler hep merhaba. Sahte, içi boş gereksiz bir merhaba. Sondaki “iyi çalışmalar”ı hiç saymıyorum. Eğer birgün patron olursam-ki yok böyle bir olasılık-çalışanları küfür etmeyinde istediğiniz gibi yazışın diycem, yeterki birbirinize karşı içi boş, samimiyetsiz ifadeler kullanmayın.

Birde artık televizyonlardan duya duya kanıksadığımız gene boş bir laf var; sevgili seyirciler. Ne sevgilisi ne seyircisi ya. Sevgili seyirciymiş, buradaki sevgi kavramının içeriğini boşalt doldur kilo kilo samimiyetsizlikle. Eğlence programında, haber bülteninde, yarışmalarda hep sevgiliyiz biz, hep tadından yenmez biricik sevgili seyircileriz bizler.

Yine bu televizyondaki reklamların senaryolarını yazan tipleri görmek isterim,muhtemelen kendileri metrocityde oturuyor iş yerleride kanyonda. Evde de televizyonda muhtemelen hep yabancı life style kanalları açık olmalı. Yoksa bi insan bu kadar mı bihaber olur çevresinden yaşadığı ülkeden. Örneğin ben kaç yaşıma geldim şu ana kadar bir defa bile ne kendimde ne çevremde supangle yapan babaanne formatına rastlamadım. Babaanne dediğin sütlaç yapar, revani yapar, hadi bilemedin eli marifetliyse baklava açmışlığı vardır ama supangle ne yahu.Sanki hepimiz Levanten kökenliyiz, ve büyükannemiz Roza bize gelmiş, okuldan dönmüşüz ki o da ne, büyükanne roza bize supangle yapmış. Yok artık.

Yine ultra gıcık bir başka televizyon reklamı var. Temel tema merak. Merak edecekmişsin böylelikle 3G ile öğreneeckmişsin. Böyle yan yana kızlar yürüyor, salakça bir şarkı dönüyor vs. kullanılan tema, müzik sanki 3G reklamı değil bienalden bir tanıtım. Fakat reklam giderek dahada iğrençleşiyor, şimdide basketçi ve yanındaki abidik gubidik. Arka planda sahaya özenle dağıtılmış basket topları. O diyaloglardaki iğrençlik, her şeyin sonunda o uzun boylulara has kart sesle bir Nuri ekleniyor, bilmem ne yapmıyormusun Nuri, gak yapmıyormusun Nuri guk yapmıyormusun Nuri. Yaratılan hava basketçinin yanındaki düşük profile alaycıl yaklaşımı, ben nerdeyim sen nerdesin adamım şeklinde. Sanki kendi matah bişeymiş gibi.Sormazlarmı o Nuri’ye, aldığın asgari ücretle gidip kendine 3G paketleri alıp onunlada gidip senden salak olmasın diğer arkadaşlarına dişlek bebek fotoğrafımı yolluyosun diye. Malmısın afedersin Nuri. Ama artık reklam sonunda artık saniyesine bile katlanamadığım bir hale bürünüyor, o basketçinin o iğreti dans edişi, o elinin kolunun oynayışı ve fonda gene o mutant sesle reklam cıngılını söylemeler. Umarmn yaptıkları hatanın farkına varırlar ve bir an önce kaldırırlar.

Nakhvamdis..

Hakan Demirci
14.09.2009

6 Şubat 2009 Cuma

KINDER SURPRISE

KINDER SURPRISE

Ortaokuldayken şu an adını hatırlayamadığım bir çocuk vardı, batılı mı batılı Trakya’nın ortasında esmer ten rengi , bitişik kaşlarıyla Türkiye’nin zencisiydi o. Anne babasından miras aldığı ten rengi, kaşı gözünün ona Trakya’da yaşattığından da daha büyük zorluk gene doğal olarak ailesinden kaptığı şive idi. Hatta şimdi hatırlıyorum konuşmasını, yanında İbrahim Tatlıses’in şivesi Zeki Müren Türkçesi kalırdı. Bunlar o çocuğun suçu değil, zaten bunlar bir suçta değil, sonuçta Kürt bir ailenin çocuğu olmak yada Monaco prensi olarak doğmak bizim seçebileceğimiz şeyler değil. Fakat tüm bu özelliklerle Trakya’da yaşıyorsanız “pis pkk’lı” damgası yemeniz, hele ki o yıllarda çok kolaydı.

Yine o dönemlerde Levis ve markalı spor ayakkabı çılgınlığı başlamıştı. Şimdiki gibi model falan önemli değildi, yeter ki pantolonun arkasında Levis yazsın, altta da bir Reebok olsun havanızdan geçilmezdi. Fakat bunlar o dönemde de para gerektiren mevzular olduğundan en azından şimdiki kadara rahat alınamadığından önemli bir statü göstergesiydi. Bu az önce bahsettiğim çocuğun babasının harfiyat işleri yapan dozerleri vardı-ismini hatırlayamadım ama hatırladığım detaya bak- buda çok para demekti. Bu çocuğunda üzerinde değil bir tane markalı pantolon veya spor ayakkabı sezonda ne çıkarsa hepsi vardı. Bizi yakaladığında da aslında nasıl zengin olduklarını spor ayakkabılarını kamaştıra kamaştıra anlatırdı. Aslında o ayakkabılar , Trakya’nın ortasında zenci muamelesi gören bir çocuğun bakın bende sizler gibi aynı hayatı yaşıyorum hatta daha iyisini yaşıyorum ifadesinin dile getirilişiydi, hatta o kadar ezikti pantolonun arkasında Levis etiketi gözüksün diye kemer takmazdı.


Eziklik malesef bu topraklarda karakterleri şekillendiren önemli mayalardan. Toplum içindeki gelir uçurumları nedeniyle veya günümüzün yükselen değerlerini kendi çevresinde veya ailesinde bulamayanlar böyle bir ezikliğin pençesine düşüp suni bir başkalaşma geçiriyorlar.

Yetiştiği çevreden ve aileden aldığı birikim nedeniyle insanlar o zamana kadar gördüğünden bambaşka bir çevreye girdiğinde hemen adapte olmaya çalışıyor, kendi iç değerleriyle savaşıyor. Örneğin memlekette iken normal olan ve hoşunuza giden bir davranışı büyük şehirde sergilemezsiniz. Ya da aileniz muhafazakardır sizde o şekilde yetişmişsinizdir ancak şehirli hayatta bu kavram “out” olduğundan plaza çevrenizdeki arkadaşlarınıza asla çaktırmaz hatta giderek bu kavramlardan uzaklaşır ve “öteki” olmaktan kurtulmaya çalışır, öyküne öyküne bakın bende sizdenim mesajı verebilirsiniz, mesela ben oruç tutup bunu çevresinde pek öyle davranışlar görülmediği için saklayanlar biliyorum. Ya da ailesini giyim kuşamlarından ötürü diğer tarafın akrabalarına ayıp olmasın diye nikahına çağırmayanlar..


Ya da deyim yerindeyse Anadolu terbiyesi ile yetiştirilmiş, böyle bir aileye sahip insanlar eğitimleri ve gelir seviyeleri arttıkça hızla şehirleşiyorlar, Kastamonulu, Kırşehirli Ayşe Fatma lar aldıkları üniversite eğitimi ve gelir seviyeleri arttıkça Ally McBealleşiyorlar. Hatta daha da komiği çift isimli iseniz ve bu isimlerden biri geleneksel bir isim ise kaçacak delik arıyorsunuz. Kendi çalıştığım işyerinde Outlook üzerinde düzenleme yapılıp tam isimler yazıldığında normalde Jale, Volkan vb diye bildiğimiz kişilerin ikinci isimlerinin Adviye , Müslüm olduğunu gördüğümüzde ve bu kişilerin bundan nasıl utandıklarını –evet gerçekten utandıklarını—görünce çok şaşırmıştım.

Tabi bu çabalarda yetmiyor, böyle bir gelenekten gelip yürü ya kulum denilenler parayla kendilerine hemen yeni statülerini satın alıyorlar. Oturdukları çevre değişiyor, kentli Türkler- Türklerin bu grubu apayrı bir yazı konusu- bir araya geliyor aynı semtlerde oturuyor, kendilerine üstü açılan spor arabalar alıyor, en pahalı takım elbiselerin üzerine en pahalı parfümler sıkılıyor, cumhuriyet balolarında dans ediliyor, öyküne öyküne batılı olunuyor geçmişten ve köklerden uzaklaşılıyor, uzaklaşıldığı sanılıyor. Ama temel itibariyle tu kaka denilenlerle ortak bir payda da buluşuluyor.



Dışı batılılıkla kaplı, içinde yerellik saklı bu Kinder Surprise lerin sayısının azalması en büyük temennim. Çünkü unutulmasın ki ancak kendileriyle barışık toplumlar ve insanlar başarılı olabilir, sahtelik ve yapaylık üzerine kurulu olanlara benim bir sözüm yok.

Hakan Demirci
06.02.2009

29 Aralık 2008 Pazartesi

Hakan giloczhavs..

Giloczhav akhal vels kristian megobrebs giloczhav shoba, muslimanebi da-dzhmebs hicrivels daesvarit mravals. Gisurveb janmtelobas, bednierebas da varmatebebs. Ghrmerti ivostkveni mparveli yvela ketil sakhmeshi.

Pativiscemit

Hakan Demirci

23 Aralık 2008 Salı

Varmısın Yokmusun

Varmısın Yokmusun

Hakan Demirci
23.12.2008

Geçen gün televizyonda artık birazda bıkkınlık vermeye başlayan yarışma programında 50 Cent konuktu. Hiç gocunmadan susam sokağından biri bizi gözetliyora, kaynana Semra hanımdan Desti izdivaça kadar her türlü programı izlediğimden(hemde televizyonda reklam arasında zap yaparken tesadüfen gördüm yalanına sığınmadan) oturup izledim. Zaten günlerdir reklamı yapılıyor meğer ne çok hayranı varmış adamın(yalandan). Binlerce kişi stüdyoda izlemek için başvurmuş onların arasından seçmişler seyircileride. Bir stüdyo dolusu Türk rapçisi. Ne kadar sakil bir görüntü!

Bir defa şu kentli Türkler ki kendileri en katlanamadığım Türk segmenti olur (yorum yazacak olan varsa baştan söyleyeyim ırkçı değilim, özünü koruyan insanlarla/milletlerle alıp veremediğim yok) istedikleri kadar benzemeye çalışsınlar bazı şeyler uymuyor. Rapçisinden Greenpeace çisine kadar hepsi batılı olmaya çalışan Türkler ortak paydasında buluştuğundan ortadaki görüntü çok garip duruyor. Bi defa Maslow seneler önce demiş, piramitin en altında temel ihtiyaçlar var, yani sen önce aç karnını doyurcan ondan sonra aidiyettir şudur budur diğer basamaklara geçicen. Elin Danimarkalısının aç kalma tehlikesi yok bırak versin kendini balinalara, caretta carettalara ama sana noluyor garibim türk üniversitelisi. Yoksa mezun olunca memlekette adam gibi iş bulamayacağını biliyosun ondan mı veriyosun kendini heavymetale, sokak köpeklerine. Bunu içten hissederek yapanları tenzih ediyorum hatta sonuna kadar destekliyorum ama kendini demirçelik fabrikasının kapısına zincirleyerek pasif direniş yapan(dışarıdaki çevreciler öyle yapıyor ya) garibim, babanın tekirdağdaki tuğla fabrikasındaki işçiler hangi sağlık koşullarında çalışıyor haberin var mı? Ya o fabrikanın yarattığı kirlilikten haberin var mı? Yoksa pasif direniş yaparken her renginden bulundurduğun 501 ini çıkarıp şimdi yerde falan yatıcaz poliste sürükleyecek aşınmasın diye ucuz Colinsinimi giyiyorsun. Aferin sana!



İşte varmısın yokmusunda da bir stüdyo dolusu, 2 şişe biradan sonra direk İbrahim Tatlıses nağmelerine geçecek olan türk rapçileri vardı. Aralarında bir tanesi kaset çıkartacakmış, 50 centin kazandığı para onun kasedine harcanacakmış. Yaşı 26 olan ama 16 yaşında gösteren çocuk-adam bişey. Yaşı büyük ama suratı küçük kalmışların garip bir görüntüsü olur, bide üzerinde rap klasiği giysiler bol pantolonlar. Normalde garson boy giyse olucak ama xxlarge giysiler bellikli paçalardan aldırmış, zorla üstüne uydurmuş.

Derken 50 cent çıktı karşımıza. Adam rapçi, rahatım coolum modunda ağzında kürdanla çıktı. Beklediğimden daha rahat daha mütevazi bir adam. Derken Türklerin şovu başladı.

Ya kardeşim şu memlekete gelen bir ecnebiyede bi sormayın nasıl nasıl beğendinmi İstanbulu. Yemekler nasıl yemekler, nolur şahane olduğunu söyle, hadi ağzından çıksın şunu bi duyalım şahane de gördüğün her şeye. Bu nasıl bir gerikalmışlık kompleksidir. Yahu şiş kebap çok güzeldiyi ağzından duymak için yırtındığın adam oranın küçük Emrahı, İbrahim Tatlısesi. Fakirlikten gelmiş dünya çapında star olmuş. Nasıl İbrahim Tatlıses mağaradan geldim evim mağaraydı diye her seferinde söylenir ama şimdi zekariyaköylerde malikanelerde oturur buda arka sokaklardaki zenci mahallesinden milyon dolarlık evlere taşınmış n çeşit spor araba almış işte kendisine. Ne İbrahim Tatlıses nede 50 cent kötü yapmış demiyorum ama insan dünyanın her yerinde aynı insan işte.



Derken stüdyoda Türklerin İngilizce şovu başladı. Adamın kulağında koca bir kulaklık var belliki simultane tercüme yapılıyor adama fakat herkeste bir İngilizce konuşma merakı. Belli ki hepsi yarışma başlamadan ezberlemiş ne söyleyecekse. Şu Kapalıçarşı esnaf İngilizcesiyle bütün dünya plajlarını arşınlamış Acun dan tutun bütün kentli Türkler segmentine ait yarışmacıların hepsi. Adam karşılık olarak komplike bir cevap verse sıçacaklar. Hadi her şeyi geçtim madem bilmiyorsun ne demeye yırtıyorsun kendini adamın kulağında kulaklık var zaten gak desen çevrilecek İngilizceye. Bazısı itiraf etti gerçi ezberlediğini, bazısı kentli vakurluğundan ödün vermiyor o “r” leri bastıra bastıra türk aksanıyla parçaladı İngilizcesini. Bitanesi orasından burasından 50 cent demir paraları çıkartarak sihirbazlık yaptı,belli ki ayna karşısında defalarca çalışmış konuşacağı İngilizceyi, adamın grubunun ismi 50 cent ya işte kolundan orasından burasından 50 centler çıkartarak bi hokkabazlıklar bi mandrekelikler. Ah ne şirindi hakkaten ne muzipti! Elin ünlü Amerikalısı gelmiş ya şirinliklerin biri gidiyor biri geliyor.

Sonra olmazsa olmaz, yarışmacı kızlarımızdan biri çıktı türk usulu kıvırtıyor oynuyor sıra 50 centte. Hadi taklit et 50 cent , sende bi iki göbek atta zaten kalbimizi kazandın artık ciğer dalak ne varsa senin olsun, bizden olduğunu göster sende sendromları. Ha birde 5 dolarlık tshirt giyiyormuş 50 cent, işte sayın seyirciler görüyorsunuz böylede mütavazi bir adam 50 cent, o kadar bizden ki, bakın bakın 5 dolarlık tshirt giyiyormuş. Yahu adam milyon dolarlık evde oturuyor garajındaki spor arabaları satsa türkiyenin araba ihracatına yakın bir rakam çıkar 5 dolarlık tshirt giyincemi bakın bakın o da bizden oluyor. Bu adam rapçi yahu, normal değilmi bu durum.

Nasıl festivaller olur en önde ilçe kaymakamı falanı filanı oturur ya stüdyoda da durum öyle. Bütün stüdyo küpeli piercingli tipler en önde kravatını çıkartmış fakat takım elbiseli, mahsun kırmızıgül formatında bir adam.show tv nin bilmem nesiymiş. Rapçi bir ortam varya o da ağır türk yönetici formatından çıkmış kendince ortama uyum sağlamış kravatlar fora demiş. Ama surat hala plaza adamı formatı ben patronum lan modu. Allahtan elini böyle rapçiler gibi bi iki salladıda hemen alt ekipleriyle kaynaşan türk yöneticisinin güzel bir örneğini sergiledi kendileri. Be adam madem oraya geldin şu yanındaki artık karısımıdır nesidir döpiyesli kadını getirmeseydin oraya. Belli ki senin torpilinle oraya gelmiş,yoksa o da mı binlerce kişi arasından rap dansı hünerini sergileyerek hak kazanmış stüdyoya girmeye? Hay Allah!




Şimdi bana müsaade, show tv ye faks üstüne faks çekicem, varmısın yokmusunda metalciler yarışsın, ağırlansın. Stüdyoya da harbi metalci gençler gelsin, bakmayın siz onların memleketteki mektep görmemiş amcaoğlunun düğününde halay başı olup mendil salladıklarına, o onların lokal kimliği, şehirde asil bir metalci hepsi.

Evet evet Show tv bizi bundan esirgemesin.

Hakan Demirci
23.12.2008

16 Aralık 2008 Salı

29 Kasım 2008 Cumartesi

Osmanlı Cumhuriyeti


Osmanlı Cumhuriyeti

Geçtiğimiz haftasonu sabahın köründe Ortaköy’de olmak zorundaydım.Ve öğleden sonra 3e kadar beklemek zorunda olduğumdan kendime bir meşgale bulmalıydım. Kumpircilerin yanından geçerken suratlarında potansiyel müşteriye(sabah sabah kumpir satıp siftah yapabilecekleri keriz) bakışlarını gördükten sonra pis pis bakıp (kaptırırmıyım lan size paramı modeli bakış) caminin yanından denizi seyrettim. Ne kadar gereksiz bir harekettir, ortaköye gidilir(ekstra tur olarak bardağı 2-3 milyona çay içilip daha sonra içilen çay 1 ytl lik tuvalette işenir ama paranız varsa turun bu ekstra kısmına dahil olursunuz), caminin yanında önce bi denize bakılır sonra camiye sonra boğaza falan ah İstanbul sen ne yaşanılası şehirsin kabilinde laflar edilir. Artık bu duyguları bu sene üniversiteye başlamış ve daha ilk haftasında top sakal bırakan, memleketten ana babasının yolladığı parayla gezen tozan üniversite gençliğine (yaşasın kurtuldum taşradan işte buradayım İstanbul haykırışı gözlerinden okunan, ohhh ortaköyde tavla oynadım kumpir yedim dolu dolu yaşıyorum bu şehri basitliğinde) kitlenin yaşaması gerektiğini düşündüğümden ve havada soğuk olduğundan kapalı bir mekan fikri daha cazip geldi ve sinemaya gitmeye karar verdim.




Ben Ata Demirer’e çok gülüyorum, Osmanlı Cumhuriyeti filminide bu nedenle seçtim ve gittim. Ama izlemeyenler için söyleyeyim komediyle falan alakası yok. Filmin ilk sahnesi bu ara çok popüler bir sahne, her filmde var, sarı saçlı bir çocuk Selanik’te bir tarlada karga kovalıyor.

Şimdi burada duralım. Yahu nedir Allah aşkına bu memleketin sarı saça mavi göze olan düşkünlüğü. Tamam ekonominin ve hatta dünyanın en temel kuralı bir şey ne kadar az ise o kadar değerlidir. Ama bu kadarına da pes. Atatürk bile demiş önemli olan beni görmek değil fikirlerimi benimsemektir manasında konuşmuş ama hepimize ilkokuldan beri Atatürkün sarı saçları mavi gözleri fiziksel özellikleri(boy hariç) beynimize sokulmadımı. Tamam ben ah Atam seni o kadar özledik ki bi bilsen diyip yanağını Anıtkabirin mermerlerine sürten kabileden değilim ama komutanlık ve Türkleri disipline etme yeteneğine(ki bu mucizevi bir kabiliyettir esasında) şapka çıkartırım Atatürkün. Yahu ortada bu başarılar varken sen git sarı saçlımda mavi gözlümde diye şiirler yaz, deniz gözlüm diye şarkılar yaz bu nasıl bir şekilcilik nasıl bir basitliktir. Hatta bu memlekette şu sarı saç ve renkli göz olayı o kadar kıymete binmiştir ki ah bi İsveç’e gitsek orada herkes sarışın olduğundan karılar esmer gördüğünde üstüne atlıyormuş geyiği bile bir teselli olarak sürülmüştür yurdum deli-kanlılarına.

Her neyse, filmde Atatürk bir ağaçtan düşüyor, sonrası ise Osmanlı’nın devam ettiği fikri üzerine kurulu. Fakat bundan sonrasında senarist Gani Müjde’nin basiretsizliği devreye giriyor. Şu Bizanslı filminde de aynısı yapmıştı, ama artık birisi bu adama kral çıplak desin. Yahu adam sen komik değilsin ve olamazsın, boş yere mizahçıyım diye dolaşma ortalıkta. Olmuyor işte. Çünkü filmin genelinde espriler şu çocukken yapılan önümüze gelene bin tekme salaklığı ne kadar komikse o kadar komik. Ya da çocuklar söyler ya birbirine daha doymazsan kusmuğumu ye, sonra süper bir espriymiş gibi gülerler. İşte bu size ne kadar komik geliyorsa filmde o kadar komik.

Ata Demirer klasik bir Türk padişahı, Türk/İslam sentezcisi. Yani Cuma namazınıda kılıyor ama rakısınıda içiyor. Hatta nikahsız halvet olduğuna da şahit oluyoruz koskoca padişahın.Yazılar ise bir enteresan hem Latin hem Arap alfabesi bir arada. Bu arada Latin harfleri hangi inkilapla devreye girmiş onu da merak ettim. Erkekler hala fes takıyor yani geleneksel Ortadoğu/farsi moda anlayışı erkek giyimine hakim. Daha bir gelenekçi Osmanlı-İslam anlayışı var erkek modasında. Kadın kıyafetleri ise tam tersine geleneksel parlak saray kıyafetleri giyiliyor fakat padişahın dilsiz kızıda dahil olmak üzere o fes takan erkeklere inat bütün kadınlarda göğüsler fora. O kadar ki günümüz Nişantaşısının o ultra-laik caddelerinde öyle yürümeye cesaret edemez kadınlar.

Sonra padişah bir kıza gönlünü kaptırıyor, işte kıza sms atacak ama bilmiyor ulak yollasam falan(hadi hadi espri geldi basın kahkahayı, sms yerine ulak, hahaha). Yetmiyor gingera biniyor padişah. Acaba ne düşündü Ganü Müjde, işte tam Kanuni kıyafetide olmasa bile bi Vahdettin tarzı giyinmiş padişah var ortada ama gingera biniyor, işte insanlar bu tezatı gördüler mi kahkaha atmaktan midelerine kramp girecek, herhalde düşündüğü buydu. Ama salon genelinde nedense bu olmadı. Birde padişahın aşık olduğu kız direnişçi. Ama ne demeye sarayın bahçesinde casusluk yapıyor ne demeye padişahla yakınlık kurmaya çalışıyor buda anlaşılamıyor film boyunca. Sonrası klasik Türk filmi, kızda padişaha aşık oluyor, gerisi ise türkün türkten başka dostu yoktur mantığı üzerine, tu kaka ABD’ye bir o kadarda Avrupa birliğine.

İşte böylesine gereksiz bir film Osmanlı Cumhuriyeti. Onun için ben ettim siz etmeyin.

Hakan Demirci
29.11.2008

6 Kasım 2008 Perşembe

Salı gecesinin devamı...

Salı gecesinin devamı...

Patronumun(retro) lüks malikanesinden(sahile 2 dakka) elimde hediye çantamla çıktık.Saat geceyarısı 1:00.Kentuckyde oturup kahve içtikten sonra önderle ersin öndeki arabada ben arkadaki arabada eve doğru yol alıyoruz. Stadın oradaki polis kontrol noktasında bizi durdurmadılar sonra önder sağdaki yoldan ben soldaki yoldan devam ettim.

Tam karacaahmet mezarlığının oraya geldiğimde yine polis durduruyordu arabaları. allahım dedim zaten altıma işiycem yol verselerde biran önce eve gitsem dedim. öndeki arabaya fener tuttu sonra bana fener tuttu sağa çek demedi sonra yola devam ettim. biraz ilerideki ışıklardan zeynep kamile döndüm. derken hastanenin önünde kıyamet koptu. arkamda ışıkları yana döne bir polis arabası 4778 sağa çek sağa çeekkk! diye kıyameti kopartıyor. nolduğunu anlamadan çık dışarı diye kapıya dayandılar. çıktım, arabaya dayadılar üstümü arıyolar. (senmisin kürt veletleri üstlerine taş atarken polislere acıyan..)yahu noldu diyorum onlar alkollümüsün diyorlar(tamda adamına!) neden kontrol noktasında durmadın dur demedinizki dedim. bin arabaya dediler yanımada bir polis oturdu. adama soruyorum bu ne ya dedim farkında olmadan bi karakola kalaşnikoflamı saldırdım bu ne dedim. adam hala kontrol noktasında durmadın diyor . yahu sağa çek demedi ki kimse diyorum. bu esnada tekrar karacaahmetin oraya gidiyoruz.


Neyse gittik.amirleri geldi. tükürüğünü saça saça sen nasıl durmazsın diyor. cevap aynı, dur demedinki. meğerse bana fener ışığıyla sağa çek demiş. onun bunun çocuğu sanki sinemada yer gösteriyor. al dedim ehliyet ruhsat aha arabada burada ben şu mezarlığın yanında cami var tuvalete gidiyorum.koştura koştura caminin yanına indim. gel görki caminin tuvaleti yok öte baktım beri baktım yok işte caminin tuvaleti. lan napsam. türklerin atasözü bile var cami duvarına işenmez diye. e napıcam mezarlığa girer gibi oldum sonra dedim kendi kendime bide işerken taşa dönmek var. vazgeçtim. ama hala koşturuyorum. karşı tarafta cemevinin olduğu sokağa geçtim orasıda mezarlık ama mezarlığa yakın eski bi duvar falan var. artık allah affetsin en azından mezarlık değil dedim tam niyetlendim iki tane köpek bana bakıyor gidicek gibide değiller. gece eğlenceleri ayaklarına geldi.mezarlıkta işerken köpek tarafından parçalanarak hastaneye kaldırılma rezaletini kaldıramam dedim kendi kendime çıktım oradan. koşturuyorum. biraz ötede benzer bi eşik daha var. allahım ya biri görürse dedim itoğluit mezarlık duvarına işiyor. artık yapacak bişey yok kimse görmesin diye duvara yanaşarak sıkıntıdan kurtuldum.

Tekrar polislerin oraya gittim, dedim nedir sıradaki hamle. trafik ekibi çağıracaklarmış kontrol noktasında durmama cezası kesilecekmiş. mezarlığın yanındaki duvarın kenarında bekliyorum. sağa çekilen diğer arabalarda kontrolü geçenler bana bakıyor. hatta bi tane arabadaki kaltak aha yakalanmış molotofçu der gibi yanında oturanı dürtüp bana baktırdı. derken yine amirleri geldi.monolog başladı, ben sana dur dedim niye durmadın. dedim memur bey , ehliyet ruhsat sende 7 ceddimi araştır. görmedim fenerle işaret ettiğini sen niye durmadın diyorsun. hem kaçacak olsam 30 km hızlamı kaçılır. zeynep kamile dönerken bide sinyal yaktım. hangi suçlu böyle sinyal yaka yaka kaçar. hem kaçsam arkadaşlarınız beni bu renault kangoo ylamı yakalayacak. derken obezite sınırlarında dolaşan bir polis geldi.(ah dedim ben kaçsamda şu kahraman obez türk polisi beni kovalasa koşa koşa, kolestrolü tansiyonu bi tavan yapsa). "hakan(ortadaki k boğazdan hafif hırıltılı, flaman aksanıyla) , sen nerde çalışıyon". avea dedim ama ehliyetten görüp direk ismimle hitabını bir tür empati olarak değerlendirdim nacizane.

Saat geceyarısı 2 oldu, hatta geçti.mezarlık duvarı dibindeki bekleyişim devam ediyor. yahu dedim rüşvet versem olmaz, hepsi genç bunların henüz idealistler. geceyarısı heyecan arıyorlarmış aha dedim bende başroldeyim. zaten ne rüşveti vericem, ekonomik krizim tavan yapmış izlanda haltetmiş yanımda, bankadan ek hesaptan para çekip faizle rüşvet ödemesimi yapıcam.

Hala bekliyorum.hatta olaya bende kendimi kaptırdım,bi taksicinin yüzüne fener tuttu ama geç dedi. lan diyorum bunun tipi kötüydü keşke durdursaydı. aha dedim bi stockholm sendorumum eksikti. bir yandanda nezarete atsalar oh diyorum perşembe işede gitmem 3 öğün yemeğimde var.derken biri gene o tatlı şirin flaman aksanıyla bana seslendi. hakan,al dedi ruhsatını trafik çağıracaktık vazgeçtik. yahu tamamda neden bu kadar saat sonra vazgeçtik,iyiydik böyle.neyse dedim bunada şükür aldım ehliyeti ruhsatı, en sonunda eve döndüm.
Bu hikaye kahraman türk polisine adanmıştır....


Hakan Demirci

İlk Emareler

İlk Emareler
Hakan Demirci
23.11.2007

İnsan ırkı IT-sapiens'e karşı sivil inisiyatif girişimi büyük yankılar uyandırmış, ilk meyvalarını vermeye başlamıştır. Öncelikle durumun vehameti tüm çıplaklığıyla anlaşılmıştır. Türkiye'deki bir IT-sapiens'in müspet bilimlere ve ilim dünyasına katkısı sıfır iken yani bir Amerikalı'nın icat ettiği bilgisayarda yine onların icat ettiği programları kullanmasının(itirazı olan varsa desin ki Türk bilgisayar mühendisi Muhittin pentium işlemcilere rakip olacak ilk türk işlemcisi "vızırdak" ı Gültepe'deki Ar-Ge labaratuvarlarında geliştirdi, Sarıgazi MuhitSoft kampüsünde seri üretime geçti... veya benzeri bi haber varsa haberdar edinde tükürdüğümüzü yalayalım), üretmesini icat etmesini geçtim sadece son kullanıcı olarak kullanması sayesinde, kendisinide dünya IT liginde global bir oyuncu olarak düşünmesinin Kırşehir'li Almancı gurbetçinin iki medeniyet arasında sıkışarak Almanya'ya dönerken Mercedes'inin bagajında çuvalla patates götürmesi kadar sırıtmış,türk kimliği ve IT ci kavramlarının zorla yoğrulmasından yapay bir görüntü sergilemiştir. Böylelikle türk tipi IT-sapiens oluşmuş ancak gelişimi 3. jenerasyon gurbetçi çocuklarının hibrit görünümü gibi anomali göstermiş ve gelişimi duraksamıştır . Bu nedenledir ki Toni'nin Coni'nin icat ettiği teknolojiyi üretmiyor ancak çok iyi kullanabiliyor olsa da hala imajı başındaki sarığından her an bir kobra fırlayacakmış izlenimi veren Hintli bir yazılımcı ile aynı kategoride yer almıştır.

Fakat sembolik anti cephe girişimimiz değişime yönelik ilk umutları doğurmuş, stereotype IT-sapiens kavramına karşı bir umut ışığı doğurmuştur. Bir süre önce içi kan ağlasa da gruba üye olan, kuş uçmaz kervan geçmez bir kasaba çocuğu iken (bahsettiği yer Manyas olup trajikomik bir biçimde bir kuş cennetine ev sahipliği yapmaktadır) hasbelkader kendisini bilgisayar karşısında bulduğunu, bunun seçim değil kader olduğunu vurgulayan Manyas'lı sabi ile bu hafta su alırken karşılaştık.(aaa çeşme başı muhabbeti şeklinde sözüm ona bir espri yaparsanız sizinle ilgili facebookta grup kurulması 2 dakikalık bir süre meselesidir). Kendisi yazılanlara hak verdiğini ama kendisi ve klanı ile ilgili önyargıları yıkmak için "sana en kralından yemek ısmarlayayım mı bir IT'ci olarak, yemek senin köpeğin olsun" tadındaki "goodwill" atılımı ile çığır açmıştır. Ancak demek ki yazdıklarımız söylediklerimiz işe yarıyor sevinci "yenibosnada bizim eve yakın bi kebapçı var" söylemi ile sekteye uğramış, kafalardaki "en kralından yemek" tanımının sorgulanmasına yol açmış, daha katedilecek çok mesafe olduğu gerçeğini yüzümüze çarpmıştır.


Yine IT-sapiens grubunun prototip temsilcilerinden, B tipi likit fonların kralı Mr.Hannibal ile uzunca bir telefon görüşmesi esnasında kendisine cebindeki akrebi öldürmesi ile ilgili sürekli bilinçaltına seslenilmiş ve akrep ile savaşında yapması gerekenler alt mesaj olarak verilmiştir.Fakat ne yazık ki görüşmenin sonunda "tamam yarın yemekte görüşürüz o zaman" şeklinde vurucu son kapanış mesajının etkisiyle adeta hipnozdan çıkmışçasına kendine gelmiş, özüne dönmüş ve yemek ısmarlama işini aslında zamana bırakmak şeklindeki söylemleri ile "bir arpa boyu" ile özetlenebilecek bir sonuç yaşatmıştır.

Fakat bizde kendi adımıza bizlerde adım atmalıyız diye düşünüyoruz. Bu nedenle "man in black" IT-sapiensler için bazı özel kurslardan diksiyon dersleri için indirim almayı planlamaktayız. Yine aynı şekilde dişi IT-sapiensler için, köyün okumuş kızı "kardelen" görüntüsünden "plaza kızı mühendis jale" formatına geçebilmesi için görsel anlamda bazı iyileştirmeler yapılması gerektiğini saptamış ve bazı cilt bakım merkezlerinde dudak üstü lazerle epilasyon için çok özel indirimler alma konusunda sonuça yaklaşmış bulunmaktayız.

Görüldüğü üzere inisiyatifimiz en azından bir IT-sapiens'in "beni öldür ama cebimdeki akrebe dokunma" tabusunun en azından tartışmaya açılmasına yol açmış ve başarı yönünde ilk emarelerini göstermeye başlamıştır. Gelişme oldukça sizlerle paylaşmaya devam edeceğiz.
Bizi izlemeye devam edin.


Hakan Demirci 23.11.2007

ITci, cebindeki akrepi öldür


ITci, cebindeki akrepi öldür


Çılgın ITci partisi









Çılgın ITci partisi









Insan Irkı IT-Sapiens’e karşı

Hakan Demirci
17.11.2007

Teknolojik ürünlere karşı birçoğumuzun merakı yeni moda elektronik cihazlar satan mağazaları gezip bir son kullanıcı olarak ürünlere bakmaktan ibarettir. Kendi adıma ben bir son kullanıcı olarak hiçbir zaman keşke bende böyle şeyler icat edebilseydimden daha ziyade nasılsa işi,gücü,merakı bu tür şeyler icat eden bir familya, bir insan topluluğu vardır diye düşünürüm. İlgi, merak meselesi. Kalın gözlüklerinin arkasında kum taneciklerinden elde ettiği aparatı,ıvırı zıvırı mp3 playere, laptopa dönüştüren Einsteinımsı mühendis primatlar canlanır kafamda. Fakat bu teknolojik hede hödölerin artık yaşamın her alanında baş göstermesiyle bu familya mensupları tüm dünyaya yayıldı, artık sadece silikon vadisinde değil, okulda işyerinde her yerde karşımıza çıkıyorlar. Ve bizden tamamen farklılar .Yoksa insanoğlu farkında olmadan kendi içinden bir canavar mı yarattı?




Bir politika öğrencisi hiçbir zaman elinde Magna Carta ile öğrenci denilince tasvir eden bir görüntü canlandırmaz ya da elinde dünya maketi ile coğrafya öğrencisi veyahut tarih atlası ile bir tarih öğrencisi. Yine bu familyanın uzak kuzenleri olan T cetvelli öğrenci çoktan bir tasvir olarak yerleşmiştir dimağlara(sarhoşu oynamaktan bıktığında geçim sıkıntısı çeken memur ve bu memurun fakirlikten kırılan T cetvelli talebe oğlu şeklindeki Levent Kırca parodilerinde bile…) Ancak çok yakın bir gelecekte bu durum elinde laptoplu, gözlüklü bir öğrenci betimlemesine dönüşebilir hazır olun.

İlk başta durum oldukça masumdu, hepsi içimizdeki İrlandalılar olarak yaşayıp gidiyordu ama artık bizim yaşam alanlarımızda bizi tehdit ediyorlar, işyerlerinde en iyi maaşlara çalışıyorlar, dünyanın her yerinde iş bulabiliyorlar vesaire vesaire.. Eğer içlerinde bu yazıyı okuyanlar varsa açık yüreklilikle itiraf ediyorum, sizi korkuyla karışık kıskanıyorum da.

IT-sapiensler aşağı yukarı birbirlerine iki Çinli kadar benzerler. Yaklaşık 70%i nerdeyse ışığı geçirecek şekilde zayıf ve sıskadır. Diyelim ki sevgilinizi(erkek veya dişi IT-sapiens) çok seviyorsunuz ve onun bir IT-sapiens olmasından şüpheleniyorsunuz. Önce kilo kriterini kontrol edin ve daha sonra şu ipuçlarınıda değerlendirin.


Diyelim ki rüyalarınızdaki sevgilinizle bir kapıdan geçerken çarpıştınız. Eğer karşınızdaki kişi pardon/özür dilerim yerine mal mal bir bakışla size bakıp hödük bir şekilde yoluna devam ediyorsa çok üzgünüz, karşınızdaki kişi muhtemelen bir IT-Sapiens. Lütfen tüm hayallerinizi unutun ve karşınızdaki kişi artık çoktan kurtarılma çizgisini, geri dönme eşiğini geçtiğinden arkanıza bile bakmadan fersah fersah kaçın.

Veya tanışma aşamasını geçtiniz diyelim ancak içinizde sevgilinizin bir IT-sapiens olabileceğine dair kuşkular devam ediyor. Hemen şu basit testi uygulayın. Arkadaşınızdan küresel ısınmayla ilgili(veya başka bir güncel konu) ard arda 3 tane cümle kurmasını isteyin.Diyelim ki kurabildi. O zaman ona “kyoto” sence Japon mutfağından bir yemek ismimidir diye sorun. Muhtemelen bu aşamada tıkanacaktır. Ancak bocalıyor ve ıkına ıkınada olsa sözlerine devam edebiliyorsa emin olmak için meşhur evet/hayır yarışmasını uygulayın. 1 dakika boyunca ondan yasak kelimeleri kullanmadan konuşmasını isteyin ve yasak kelimeleri “hocam”, “hacım” olarak belirleyin. Bir IT-sapiens’in “hocam/hacım” kullanmadan cümle kurma ihtimali neredeyse sıfıra yakındır.

Dişi IT-sapiensler de kendi içlerinde bir bütünlük taşırlar. Neredeyse hiç biri giyimiyle kuşamıyla konuşmasıyla davranışlarıyla köyün okumuş kızı kardelen olmaktan kurtulamamıştır. Birçoğu tıpkı erkek IT-sapienslerde(man in black) olduğu gibi esmerdir fakat buna aldırmaksızın saçlarını sarıya boyatmışsa dahi diplerinden fışkıran bakımsız siyah saçlar size bazı ipuçları verecektir. Sarı saçlarına rağmen buram buram Anadolu toprağı kokusunu hissedersiniz , adeta yanağından pekmez damlar bir yerellik sergiler.Genellikle bilgisayar başında abur cubur yediklerinden bir çoğu kilolu, dudak ve burun arasındaki oluşumlarla daha çok bir Gillette Mach3 müşteri profili izlenimi verir.İnsanı dişi ve cinsellik kavramından ürkütecek, soğutacak bir durumları vardır. Ancak yine çok ilginçtir bazı dişi IT-sapiensler son derece güzel ve zekidir.




Özellikle erkek IT-sapiensler’in önemli bir bölümü inanılmaz derecede cimridir. Eğer IT-sapiens grubundan bir arkadaşınız/abiniz/eşiniz/dostunuz varsa ondan size bir yemek ısmarlamasını lütfen istemeyin, çünkü kendisinden bunu isteyeceğinize harakiri yapmasını istemenizi yeğler. Eğer yakın çevrenizde son derece cimri bir IT-sapiens olduğunu fark ederseniz lütfen hızlı adımlarla uzaklaşın, kaçarken cebinizde acil durumlar için taşıdığınız data kablosu veya bir ekran kartını önüne atın, IT-sapiens yerde bir elmas bulmuş gibi şaşırıp oyalanırken kaçmak için yeterince zamanınız oluşur.

Ancak tüm bu bildiklerinizi lütfen hiçbir IT-sapiens ile paylaşmayın. Çünkü size bir cevap vermektense doğrudan hacımlı hocamlı küfürlerini saymaya başlar. Fakat içlerindeki en İstanbul beyefendisi dahi küfür etmese bile bilgisayarınız bozulduğunda veya bir IT-sapiens ilgi alanına giren bir konu ile uğraşmanız gerektiğinde sizi yardımcı olmamakla tehdit edecektir.



Bu yazı da tıpkı çok güzel ve zeki dişi IT-sapienslerde olduğu gibi tüm IT-sapiensleri tabi ki kapsamıyor. İçlerinde hala iki familyadan ortak özellikler taşıyan , hatta içlerinde benim abim, arkadaşım, hannibalim dediklerim var; kısmen veya tamamen onları tenzih ediyorum.

Fakat bu vesileyle en azından bizi doğrudan etkileyen cimri IT ciler adına internette facebook üzerinde örgütleniyoruz, sendikalaşıyoruz. “
Aytici, cebindeki akrebi öldür, bizi yemeğe götür ” sembolik sloganımızla sizleride çılgın IT partisinden fotoğraflar eşliğinde grubumuza davet ediyoruz. Hepinizi bekleriz.( http://www.facebook.com/group.php?gid=6366542285 )



Hakan Demirci
17.11.2007